31 Ekim 2013 Perşembe

Cengiz AYTMATOV - Toprak Ana







Cengiz AYTMATOV 1928-2008 yılları arasında yaşamış Kırgız yazar. Dilimize pek çok eseri çevrilmiştir. Veterinerlik ve Tarım Okullarındaki eğitiminden sonra, Gorki Edebiyat Enstitüsünde öğrenim görmüştür.

1963 Lenin Edebiyat Ödülü'nü almış, 1992'de Rusya Federasyonu tarafından Lüksemburg Büyükelçiliğine atanmıştır.

''Selvi Boylum Al Yazmalım'' filmi de yazarın romanından sinemaya aktarılmış, Türk Sinemasının klasiklerinden olmuştur.

''Toprak Ana'' bir arkadaşımın armağanıydı, elimden bırakamadan bitirdim. Kitabın akıcı olması kadar,  138 sayfa olması da etkendi tabii.
Kısa sürede, güzel ama sarsıcı bir kitap okumak isteyenlere öneriyorum.

 Anneler dikkat; anlatım sizi öyle saracak ki, empati yapıp, Tolunay olacak, savaşa giden oğlunuzu bir an bile olsa görmek için trenin ardından koşacak, koşacaksınız...

Dünyaları toprak olan,  bir avuç buğday hasadı için onurla çalışan köylüler.
Ve katlanması zor şartlarda, savaşın acılarıyla, yokluklarıyla mücadele ederken dimdik duran insanları, kadını, anayı anlatıyor roman. 

Ana Tolunay'ın toprağıyla konuşması, dertleşmesi. 
Tolunay, eşi Savankul ile oğulları Caynak, Kasım ve Maysalbek'i savaşta kaybediyor. Önce gelini Aliman'la, sonra da torunu Canbolat'la yaşamaya devam ediyor...


******


Kitaptan Alıntılar:


''Suvankulov Kasım!'' adını duyunca ürperdim, gözlerimi sanki yakıcı bir yel yaladı geçti. Elimi şimdi daha sıkı tutan Aliman'da ''Ana!'' diye fısıldamaktan kendini alamadı. Elden ne gelirdi ki. Bu ayrılığın onun için korkunç bir şey olduğunu biliyordum ama, savaş yüzünden ve bütün bir milletin isteğiyle oluyordu bu, kimse karşı gelemezdi. (s.41-42 )


Yanımda sessizce ve sabırla ilerleyen Savankul:
- Ağla Tolganay, ağla, dedi. Dök içini. Burada kimsecikler yok. Ama bundan sonra başkalarının önünde gözyaşlarını gösterme. Çünkü sen baybişesin, evin reisi. Aliman ve Caynak'ın anasısın. Bu kadar da değil, artık kolhozda benim yerime sen ekipbaşı olacaksın. Bu görevi senden başka verebilecekleri kimse yok. (s.49 )


-Anaaa!...Alimaaaan!...
Allahım! Allahım! Maysalbek  idi bu! tam yanımızdan hızla geçiyordu. Kapı penceresinden beline kadar dışarı sarkmış, bir eliyle kapıya tutunuyor, öbür eliyle asker şapkasını sallıyordu.Bağıra bağıra bize bir şeyler söylüyor, bize veda ediyordu. Ben sadece Maysalbeek! Maysalbeek diye olanca sesimle bağırdığımı hatırlıyorum. Ama, o çok kısa zamanda , oğlumu şaşılacak kadar net bir şekilde görebilmiştim. Rüzgar saçlarını karıştırmış, kaputunun yakasını kanat gibi sallıyordu. Yüzünde ve gözlerinde hem sevinç vardı hem keder, hem acıma vardı hem de veda bakışları! Onu gözümden hiç ayırmadan koşmaya başladım. Trenin son vagonu büyük bir uğultu ve takırtıyla beni geçip gittikten sonra da traverslerin üzerinde koşmaya devam ettim. Sonra...sonra düşüp kaldım. Yolun üzerinde inim inim inliyor, ağlıyordum. Oğlum savaş meydanına gidiyordu ve ben onu, donmuş rayları kucaklayarak, sıkarak uğurluyor, veda ediyordum! (s.61 )

30 Ekim 2013 Çarşamba

Ahmet ÜMİT - Aşk Köpekliktir




Kitabın adı dikkatimi çekti öncelikle ''Aşk Köpekliktir''.

Bunu, ''Aşk insanı süründürür'' gibi pek çok  benzer cümleyle uzatmaya devam edebiliriz.
 Bu cümleleri kullanarak,  bizleri  zamanında yaralamış, yerlerde süründürmüş,  ''aşktan'' intikam mı alıyouz acaba?

Aşk Köpekliktir' de adından da anlaşılacağı üzere insanları yoran, hatta darmadağın eden, aşkları anlatan öyküler var. Hepsi birbirinden ilginç.

Başkasına gönderilen mektupları okuyup mektup yazana aşık olan, tanımadığı bu kadın için cinayet işleyen aşık mı ararsınız, aşık olma umudunu tüketmeyip genç yaşta ölmüş bir kızın mezarında her gün aşkını ilan eden aşık mı , yoksa paronayak şizofren aşık mı?

Kitaptaki on öykünün hepsi de birbirinden ayrı dünyalarda yaşanan aşklar..

Aşka dair birşeyler okumak isteyenlere öneririm. Ahmet Ümit'in akıcı üslubunu, öykülerindeki kurguyu beğenmemek mümkün değil bence. 

Yazar Ahmet ÜMİT,1960 Gaziantep doğumludur .Lise yıllarından itibaren solcu-aktivist olup, hatta bu nedenle liseyi bile sürgün edilip memleketi dışında Ergani Lisesinde okumuştur. Devamında da Marmara Üniversitesinde Kamu Yönetiminde eğitimine devam etmiştir.
TKP( Türkiye Kominist Partisi ) tarafından gönderildiği Moskova'da Sosyal Bilimler Akademisinde de eğitim görmüş,1989 da aktif politikadan ayrılarak yazmaya başlamıştır.

Ülkemizde en çok okunan yazarlar arasındadır.


******


Kitaptan Alıntılar:


'' Vakkas Dede, gençken bir Yahudi karısını sevmiş.Kadın evliymiş. Kocası durumu çakınca, Vakkas'tan kurtulmak için evini Halep'e taşımış. Bizimki bırakır mı peşlerini. Hadi, o da Halep'. Ama kadın yüz vermemiş bizimkine. Vakkas Dede'nin gururu kırılmış tabii. Basmış kadının evini.Çektiği gibi kasaturasını, kapının önünde hem kadını, hem kocasını delik deşik etmiş. Vebali, yalanı söyleyenin boynuna, sokak kızıla kesilmiş. Günlerce kandan arınamamış sokak. (Aşk Bir Mucize'dir adlı öyküden. s.24 )


Yemekli toplantılarımızın birinde dayanamayıp, '' Yahu Numan, kadınları kendine nasıl bağlıyorsun?'' diye sordum.
Keçi sakalının kırçıl tüylerini keyifle okşayarak, ''Ben matematikçiyim oğlum,'' dedi. ''Kadınları çözülmesi gereken bir problem olarak ele alırım. Her problem farklı  bir yaklaşım gerektirir. Ben onlara farklı yaklaşırım. Mesleğimi kötü yaptığı  da söylenemez. Yani senin anlayacğın, yeryüzünde Numan kardeşinin çözemeyeceği kadın yoktur.''(Aşk Çözümsüz Bir Problem'dir adlı öyküden s.26 )




''Geçecek, her şey geçer, hepsi geçer. Hatta sonra, çok sonra anılar hükmünü yitirdikten, onu iyice unuttuktan, içindeki acının yerini kocaman bir boşluk aldıktan, keşke geçmeseydi dedikten sonra, keşke acısını bir hastalık gibi yüreğimde taşısaydım, desen bile geçer.. Zaman insanla oynamayı seven, hem zalim hem de merhametli bir tanrıdır. Ona karşı çıkamazsın, yapman gereken beklemek. Onun, derin bir unutuşla  bizi rahatlatacak örtüsünü üzerimize örtmesini beklemek...''  (Aşk Köpeklik'tir adlı öyküden s.128 )




 

28 Ekim 2013 Pazartesi


Cumhuriyetimizin 90. Yıldönümünü onurla, gururla kutluyoruz.

 Bugünlere erişmemizi sağlayan Mustafa Kemal ATATÜRK ve silah arkadaşlarını şükranla, rahmetle anıyoruz.

Ne Mutlu Türk'üm Diyene...
 ''Kitapça Yaşamak'' henüz bir ayını bile doldurmadı ancak bu kadar kısa sürede bile kitapseverlerin her geçen gün artan ilgisinden dolayı çok mutluyum.

Türkiye dışında, Amerika ve Ukrayna'dan da her gün bloğumu takip eden dostlar var.
Ukraynalı bir yazardan paylaşım yapmak üzere Ankara'da bir arkadaşım aracılığıyla çok aramamıza rağmen, Ukraynalı herhangi bir yazarın kitabına maalesef ulaşamadım, baskılarının uzun yıllar önce tükendiğini öğrendim.
Tüm kitapseverlere teşekkür ediyorum...Hoşçakalın
.   
Okşan Aybaş

27 Ekim 2013 Pazar

Hakan BIÇAKCI - Apartman Boşluğu





Hakan BIÇAKCI' yı okudunuz mu?

Okumadıysanız, mutlaka Hakan Bıçakcı kitaplarıyla tanışmalısınız.
 Kendi adıma, bu kadar gecikerek okuduğum için üzgünüm ve tüm yazdıklarını okumalıyım diye düşünüyorum.

Hakan BIÇAKCI, 1978 istanbul doğumlu, Bilkent Üniversitesi İktisat Fakültesi mezunu. Öykü ve yazıları çeşitli edebiyat dergileri ve gazetelerde yayımlanmış,  2008'den beri Karakalem Dergisi'nde öyküleri yayımlanmaktadır ki, okumam farz oldu.

Romanları; Romantik Korku, Rüya Günlüğü, Boş Zaman, Karanlık Oda. Öykü kitapları ise; Bir yaz Gecesi Kabusu, Ben Tek Siz Hepiniz.

Apartman Boşluğu, bir solukta okuduğum kitaplardan. Fantastik, psikolojik bir roman.  Yazarın ne kadar yetenekli olduğunun delili adeta.

Roman, beste yapmak üzere evine kapanan, dış dünyayla, insanlarla bağlantısını her geçen gün azaltan; kendi kaybolmaya başlarken yeni taşındığı evin apartman boşluğundaki gizemle, aldığı mesajlarla, evde ona esrarengiz gelen seslerden besteler yaparak yeniden doğan bir müzisyeni, Arif'i anlatıyor.  

Elinizden  bırakamayacak, siz de tavsiye edeceksiniz...


******


Kitaptan alıntılar:


İki şarkı bitmiş, ikincinin gitar ritimleri başlamıştı. Pastanede bir yabancının sesiyle konuşurken barda bir başkasının sesiyle şarkı söylüyordum. Hiçbir şey üretmeyip üretilenleri tekrarlamak tüketmişti bizi. Bir albüm yapmalıydık. Her türlü yüzeysellikten, yapmacıklıktan ve klişeden uzak, karekterli, Türkçe bir albüm... Yoksa boğucu gece kulübü karanlıklarının içinde yok olacaktık. (s.32 )


Sonra televizyonun karşısına geçtiler. Anneanne kendine göre bir kanal açıp meyve soymaya başladı. Meyveleri soydukça torununun önündeki tabağa kaydırdı. Yeme içme seansı bitmek bilmiyordu. Arif televizyondaki anlamsız programa bakarak tabağındakileri yedi. Kendi programına iki saat vardı. Televizyon programındaki yapay sahnede abartılı bir makyajla, arabesk bir elbiseyle, tüm riyakarlığıyla, yanıp sönen renkli ışıklar arasında şarkı söyleyen çirkin kadına baktı. (s.94 )


Şarkının sonuna kadar gözlerini açmadı Arif. Karşısındaki delik her bir notayla, her bir davul ritmiyle, her bir sözle biraz daha büyüdü. Gözlerini açtığında şarkı bitmişti. herkesin yüzüne aynı anda baktı. Hepsinde aynı ifade vardı. Aynı hayranlık...Arif de sonuçtan memnundu. kasvetli gitar rifleri, hüzünlü fakat dinamik bir basgitar ve aksak davul ritimleri eklenince iyice sağlam bir şarkı olmuştu ellerindeki.Yıllar sonra bu yeni şarkının gölgesinde toplanmış, yeniden bir müzik grubu gibi hissetmeye başlamışlardı. (s.154 )


Merakıma yenik düşüp sessizce peşinden gittim. Kapı aralığından baktım.Gaz kokusu bu odadan geliyordu. Tiksintiyle içime çektim. Üniversitedeki kimya labaratuvarı derslerinden aklımda kaldığı kadarıyla karbonmonoksitti bu. Evde bir yer sızdırıyor olmalıydı. Çöplük hafızam sayesinde bu gazla ilgili ders notlarımı olduğu gibi hatırlıyordum: ''Fazlası öldüren, azı da beni zehirleyerek sersemliğe, gaipten sesler duyulmasına, halüsinasyon  görülmesine yol açan, çoğu bilimadamına göre eski zamanlardaki perili ev fenomeninin tek sorumlusu olan,günümüzde de varoşlarda ve altyapısı düzgün olmayan mahallelerde sayısız ölümün sebebi kabul edilen zehirli bir gaz...''  (s.236-237)




26 Ekim 2013 Cumartesi

Canan TAN - En Son Yürekler Ölür




Canan TAN, Ankara Üniversitesi Eczacılık Fakültesi mezunu, yazar. Değişik edebiyat türlerinde yazdıklarıyla bir çok ödül, derece almıştır. On tane kitabı basılmıştır.

Edebiyatımızda bir solukta okunan, aşk romanları konusunda uzman bir yazar. Her ne kadar benim tarzıma uzak olsa da önyargılı yaklaşmak istemediğimden, bir kitabını okumak istedim. Kitabında yazar  aşk ve bağlılık duygularını organ nakli konusuna değinerek sıradanlıktan kurtarmış.

Kitabında birbirine çok aşık iki insan var. Nehir ve Deniz. Deniz'in vefatından sonra yok olan Nehir.
Deniz'in organlarının nakledildiği insanlarla paylaştıkları, bir de Deniz'in kalbi nakledilen Arda.

Kitap gündelik hayatımızı anlatıyor. Aşk romanlarını sevenlere tavsiye edebileceğim bir eser....


******


Kitaptan Alıntılar:


Tanıtımını yaptığı Manolya Konak'larına gelin gideceğini düşünde görse inanmazdı Nehir.
Ya Deniz ? Son üç yılını harcayarak, geceli gündüzlü sıkı bir çalışmayla ortaya çıkardığı, Sezenler İnşaat Grubunun, yüz akı sayılan sitedeki konakların satışında kendisine yardımcı olacak pazarlama uzmanıyla evleneceğini aklına getirir miydi?
Ama, olmuştu işte...
Üstelik ikisi de, aşkın gücü, Eros'un okları gibi gerekçelere asla kulak asacak yapıda değillerken.
Haklarını teslim etmek gerekirse Nehir'de, Deniz'de hem birbirlerine, hem de kendi iç seslerine sonuna kadar direnmekten vazgeçmediler. Profesyonel iş ilişkileri kıvamında başlayan doğal yakınlaşmaya ellerinden geldiğince karşı koydular. Ne var ki bu olağanüstü çabaları beraberliklerinin başlamasına geciktirmekten ( altı aylık bir gecikme) başka işe yaramadı. ( s.50 )


Madem beni yaralayan aşktı; görmezden gelmek, yok saymak ona verilebilecek en iyi ceza şekli olacaktı. (s.100)


Bir gün, hiç ummadığım bir anda, yaşamımın daha sonraki bölümünde gerçekleşecek mucizenin ilk işaretlerini aldım.
Deniz'e karşı bir banka oturmuş, elimdeki kalemle önemli şeylerin altını çizerek, altını çizdiğim o önemli yerleri deniz'e okuyup, kendi izlenim ve yorumlarımı onunla paylaşarak kitabımı okuyordum. Birden, nasıl oldu bilmiyorum, deniz'i resmetmek geldi içimden!
Öylesine heyecanlıyım ki... Parmaklarım kıpır kıpır. Kalbim, göğüs kafesimi yarıp dışarı fırlayacak sanki.
Kitabın kapağını çevirip Önsöz'den önceki boş sayfayı karşıma aldım. Ve... Ayların susamışlığıyla Deniz'imi çizgilerimle buluşturuverdim. (s.101)



25 Ekim 2013 Cuma

Chuck PALAHNIUK - Dövüş Kulübü







Dövüş Kulübü, yeraltı edebiyatının kült eserlerindendir.

 Kitabı okumayanlardan pek çoğu filmini izlemiş olabilir. 1999 yapımı film vizyona girdiğinde büyük beğeni toplamıştır. Bradd Pitt, Edward Norton, Helena Bonham Carter oynamıştır filmde. Bradd Pitt'in oynayıp da beğenilmeyen film var mıdır, o da ayrı konu!

Siz ne düşünüyorsunuz bilmiyorum ama bir film ne kadar başarılı olursa olsun, kitaptan okumak beni daha çok mutlu ediyor. Kimbilir belki de okurken kitabın yazarı, kahramanı gibi hissetmemdendir!

Yazar Chuck PALAHNIUK, üniversite eğitiminden sonra montaj tamircisi olarak çalışmaya başlamıştır. Yaşadığı bir olay ise bu romanı yazmasına neden olmuştur. Ne diyeyim; darısı başıma..

Arkadaşlarıyla çıktığı bir tatilde bitişik kamp yerindeki müziğin rahatsız edici boyutta olması nedeniyle başlayan tartışmanın kavgaya dönüşmesi ve kavgada yaralanan Chuck'ın tatil dönüşü işyerine korkunç bir  yüzle gittiğinde kimsenin ona soru soramaması , hatta yorum bile yapamaması , yazarda  ''yeterince kötü görünürse'' insanın istediği gibi rahatça hareket edebileceği düşüncesini doğurur.

Güzel bir işi, kariyeri olan, markalı eşyalar kullanan , lüks yaşamı olan bir kişinin yalnızlığını, yaşadığı hayattan nefret edişini, saplantılı ölüm düşüncesini amansız hastalıklara düşen hastaların terapi toplantılarına katılarak yaşamında bir türlü bulamadığı yakınlığı arama çabası...

Dövüş Kulübü, para, şöhret, güzellik gibi düzenin değer yargılarına karşı dövüşerek duranların kulübüdür artık.

Yeraltı edebiyatından hoşlananlara bu kitabı okumayı öneriyorum...


******


Kitaptan Alıntılar:


Bir dayanışma grubundan çıkıp eve dönerken, daha önce hiç olmadığı kadar canlı hissediyordum kendimi. Bedenimde kanser ya da paraziti taşımıyordum; dünyadaki yaşamın etrafına doluştuğu, küçük, sıcak bir merkezdim ben.
Ve uyuyordum. Bebekler bile bu kadar deliksiz uyumazlar.
Her akşam ölüyor ve her sabah doğuyordum.
Ölümden geri dönüyordum. (s.19 )


''Dövüş kulübünün ilk kuralı dövüş kulübü hakkında konuşmamaktır.''
''Dövüş kulübünün ikinci kuralı,'' diye bağırıyor Tyler, ''Dövüş kulübü hakkında konuşmamaktır.'' (s.43 )


Bu geceyi arabada geçiriyoruz, çünkü Marla dün gece eve geldi ve polisi çağırıp annesini pişirdiğim için beni tutuklatacağını söyledi. Sonra evin içinde kapıları çarparak dolaştı, çığlık çığlığa benim bir cani ve yamyam olduğumusöyledi, Reader's Digest ve National Geographic yığınlarını tekmeledi.(s.77 )

24 Ekim 2013 Perşembe

Neşe KESKİN - Deniz ve Ben




Neşe KESKİN, Ankara doğumlu, diş hekimi, yazar. İlk kitabı Gülesrahimece Pamukhelva 2012 yılında, Deniz ve Ben ise 2013 yılında yayımlanmıştır. Gülesrahimece Pamukhelva'da yazarın öykü ve şiirleri yer almıştır. Deniz ve Ben ise yazarın ilk romanı.

Deniz ve Ben'i bir solukta okuyacaksınız. Herşeyden önce Neşe Keskin'in dili çok akıcı.

 Konusu; bizleri anlatıyor. Aslı, Ragıp, Deniz yanıbaşımızdalar, o kadar tanıdık ki...Bazılarımız kendilerini Aslı, bazılarımız Deniz olarak görecek. Ragıp olmayı kabullenen olur mu, merak ediyorum aslında!

Kısacası; tesadüf olmayan karşılaşmalar, Aslı'nın iç yolculuğuna çıkması, kendisi olmayı öğrenmesi, mistizmle harmanlanan bir kitap Deniz ve Ben. Okumanızı öneriyorum...


******


Kitaptan Alıntılar :


-Eksik ya da fazla olduğunu düşünüp kıyas yaptığında kıskanırsın, öfkelenirsin. Bırak ve izle. Ateş yanmadan küle dönüşmez. Aralarında bir ateş varsa bırak yansınlar, bırak yaşasınlar. Buna engel olmaya çalışma.  Bırak ne yaşayacaklarsa yaşasınlar. Sen gitme. Sana iyi gelecek, kendin için bir program yap çocuğum.
İçim genişlemeye devam ediyordu. Günlerdir süren gerginliğim bitmişti. (s.24 )


Hüzünlendim, gözlerim doldu, ağlamak istedim. Neden hüzünlenmiştim? Kendimi sevmeyi tam olarak bilmiyor muydum? Sevgiye ve şefkate aç mıydım? Kendimi tanıdığım ve sevdiğim yanılgısı içinde miydim? Yazmayı severdim, kendimle dertleşirdim yazarak ama hiç yazarak geçmişime yolculuk yapmamıştım. Neden ağlayacak kadar etkilenmiştim ki  bu konuşmadan? (s.43 )


- Kendini çok kaptırmayacaksın, yok olmayacaksın ilişki içinde. Nefes alabileceğin alanların olacak. Yok olmaya meyilliysen; aynı evde ol ya da ayrı ayrı yaşa fark etmez, yok olursun. Kendine karşı özenli olacaksın. O zaman yok olmazsın, diyerek tarif etmişti. (s.168 )


23 Ekim 2013 Çarşamba

Gabriel Garcia MARQUEZ - Kırmızı Pazartesi







Bazı romanlar  kısa ve etkileyici olabiliyor. Kırmızı Pazartesi'de  bunlardan biri. Marquez'in çocukken yaşadığı kasabada tanık olduğu bir cinayetin romanı. 


Romanın anlatıcısı, romanın kahramanlarıyla konuşarak-ropörtaj yaparak-, yıllar önce işlenen namus cinayetinin ayrıntılarını öğrenmeye, ölen Santiago Nasar'ı, cinayeti işleyen Vicario kardeşleri tanımaya, tanıtmaya çalışıyor.

Cinayetin işleneceğinin kitabın başından itibaren bilinmesine rağmen, roman çekiciliğinden bir şey kaybetmemekte, heyecanla okunmaktadır.

Romanda ilginç olan şey; cinayetin işleneceğini bilen kasaba halkının buna engel olmaması, hatta tepki bile göstermemesidir. Kasabalı için toplumun değer yargıları daha önemlidir. Bu nedenle de, namus cinayetinin işlenmesi doğal karşılanmaktadır.

Yazar Gabriel Garcia MARQUEZ'in  Kolombiyalı ve Nobel Ödüllü yazar olduğunu biliyoruz. Hukuk ve gazetecilik eğitimlerini yarım bırakarak uzun yıllar gazetecilik yaptıktan sonra yazmaya başlamıştır.

Kısa sürede, sürükleyici roman okumak isteyenlere öneriyorum...


******


Kitaptan Alıntılar:


 Kız, onun adını ancak söyleyebilecek kadar bir süre duraksamıştı. Karanlıkların içinde aramıştı o adı, bu dünyada ve öteki dünyada  birbirine karışmış onca onca ad arasından ilk bakışta çıkarmıştı onu; tıpkı ölüm fermanı ezelden beri yazılı olan iradesiz bir kelebekmiş gibi, isabetli bir atışla onu duvara mıhlayıvermiş. ''Santiago Nasar'' demişti. (s.47 )


Avukat, cinayetin namus uğruna meşru müdafaa olduğu tezini savunmuş, bu da mahkeme heyeti tarafından kabul edilmişti; davanın sonunda ikizler bu suçu aynı nedenlerle bin kez de olsa yeniden işleyeceklerini beyan etmişlerdir. (s.48 )


Santiago Nasar, yaptığı kötülüğün kefaretini ödemiş, Vicario kardeşler erkekliklerini kanıtlamışlardı, aldatılan kız kardeş de namusunu yeniden kazanmıştı. Her şeyini kaybeden tek kişi Bayardo San Roman olmuştu. Yıllar yılı herkes onu ''Zavallı Bayardo'' diye anmıştı. (s.76 )

Paul AUSTER - Yanılsamalar Kitabı




Yazar Paul AUSTER, 1947 doğumludur. Çevirmen olan amcasının kitaplarını okuyarak küçük yaşlardan itibaren edebiyata ilgi duymuştur. Kısa öykü, şiir, deneme,senaryo, yazmıp yönetmenlik yapmıştır. Çağdaş Amerikan Edebiyatı temsilcilerinden olan Auster'ın New York üçlemesi yirmi dile çevrilmiştir. 
Princeton Üniversitesinde doçentlik yapmış, 2006 yılında Price of Austrias ödülünü almıştır.Norveçli yazar Siri Huvedt ile evlidir.

Yanılsamalar Kitabı bir anda sizi içine çeken, etkileyici, bir kitap. Konusu da hayli ilginç.

 Beklenmedik şekilde karısı ve iki çocuğunu uçak kazasında kaybeden yazar David Zimmer,  yaşadığı zor günlerde önce üniversitedeki hocalık görevinden ayrılarak uçak şirketinin ödediği yüklü tazminatla yaşamını sürdürmüştür.
Hayatla adeta bağını koparan  D.Zimmer tesadüfen izlediği bir sessiz filmin etkisinde kalarak, on iki tane sessiz film çekip meşhur olduktan sonra aniden ortadan kaybolan aktör Hector Mann hakkında bir roman yazar.
Roman yayımlandıktan sonra Hector Mann'in karısı olduğunu ve Hector Mann'in yaşadığını söyleyen bir mektup alır ve David Zimmer'in Hector Mann'in sırrını öğrenmesi, ikinci kez hayatını derinden etkileyecek Alma ile tanışması bundan sonradır.

Suçluluk duyan, acı çekerek adeta kendini cezalandıran insanları anlatır roman. David Zimmer için ise küllerinden yeniden doğuş diyebiliriz.

Daha önce  Paul Auster kitabı okumadıysanız, Paul Auster'i tanımak için etkileyici bir kitap, okumanızı öneririm...


******


Kitaptan Alıntılar:


Alma, günlüklerden bir bölümü ezberden söylüyordu, bundan daha yalnız ve korku içinde olmamıştım. Bu sözleri yazdığında Portland 'dan ayrılmasına bir saatten daha az kalmıştı.Sonradan aklına gelmiş gibi, yeniden oturmuş ve sayfanın sonuna bie paragraf daha elkemişti; Ben artık yalnız ölülerle konuşuyorum. Bir tek onlara güveniyorum, bir tek onlar anlıyor beni. Onlar gibi ben de geleceğim olmadan yaşıyorum.(s.146 )


Hector ceketini çıkardı (ondan başka adam gibi bir kıyafeti yoktu ) ve çalışmaya başladı. Bir pervaneye dönüşmüştü ve günün geri kalan bölümünü sıcak, yanan bir mumun çevresinde kanat çırparak geçirdi.Kanatlarının her an tutuşabileceğini biliyordu, ama ateşe yaklaştıkça kaderinin çizdiği yolda ilerlediğini hissediyordu. O gece günlüğüne şöyle yazdı: Hayatımı kurtarmak istiyorsam önce onu mahvetmenin eşiğine kadar gelmeliyim. (s.152 )


O bir suç işlemişti; suçlu bir vicdanın yükünü çekmiyordu. Bir kızın cesedini arabasının bagajına koyup Kaliforniya dağlarında gömmenin anısı onu tahatsız ediyor değildi. Frieda masumdu, ama yine de Hector'un kurallarını kabul etti, kendi tutkularını bir yana bırakıp temel amacı hiçlik olan bir işin yaratımına adadı kendini. (s.267 )

21 Ekim 2013 Pazartesi

Emile AJAR - Onca Yoksulluk Varken




Ne çok duymuşuzdur ''Onca Yoksulluk Varken''in adını. Okuyup da derinden etkilenmemek mümkün değil doğrusu.

Muhteşem bir anlatım, sıradışı bir konu.  Bazı kitaplar vardır, mutlaka okunmalıdır, işte onlardan biri  Onca Yoksulluk Varken. Okurken elinizden bırakamayacaksınız.

Kitap, Momo (Muhammed'in kısaltılmışı) adlı  Arap bir çocuğun ağzından yazılmıştır. 
Hayat kadınlarının çocuklarına bakan, kendi de eski bir hayat kadını olan yahudi Madam Rosa''nın evindeki yoksul yaşam, Momo ile Madam Rosa'nın birbirlerine olan sevgisi, bağlılığı ile  Madam Rosa'nın sağlığını iyice kaybetmesiyle Momo'nun düştüğü çaresizliği ne güzel anlatılmış.

Roman, Emile Ajar takma adı ile ünlü Fransız yazar Romain Gary tarafından yazılmıştır aslında. Fransa'da her yazara ancak bir kez verilebilen Goncourt Ödülünü yazar iki ayrı adla ve iki ayrı eseriyle iki kez almıştır!  Emile Ajar takma adıyla da otuzun üzerinde öykü ve roman yazmıştır Romain Gary.
 İnsan yetenekli olmayagörsün, başka bir kimlikle de benzer bir başarıyı yakalayabiliyor. 

 Romain Gary, 1980 de kendini tabancayla vurarak intihar etmiştir. Bıraktığı mektubun son cümleleri iz bırakmıştır. ''Çok eğlendim. Hoşçakalın ve teşekkürler.''



******


Kitaptan Alıntılar:


Bazen Madam Rosa'ya, hiçbir işe yaramayan, ama hoşa giden nesneler toplar getirirdim; kimsenin artık istemediği, çöpe atılmış şeylerdi bunlar. Örneğin bazı insanlar evlerinde bir doğum günü için, hatta nedensiz, sadece evi şenlendirmek için çiçek bulundururlar, sonra bu çiçekler kuruyup parlaklıklarını yitirdiklerinde, onları çöpe atarlar. Sabahları çok erken kalkarsanız bu çiçekleri toplayabilirsiniz. Bu da benim uzmanlığımdı, çer çöp dedikleri budur işte. (s.59 )


Arabaların arasından koşup adamları korkuturken önemli biri oluyordum. Ezilmiş bir çocuk kimseyi neşelendirmez. Başlarına sonsuz  belalar açabileceğimi hissediyordum. Tabii sadece canlarına okumak için kendimi ezdirecek değildim, ama adamları bayağı etkim altına alıyordum. (s.89 )


Eve gelince kapının önünde bir hasta arabası gördüm, Ayvayı yediğimizi ve kimsesiz kaldığımı sandım, ama araba Madam Rosa için değil, ölmüş biri içindi. Öyle bir rahatladım ki dört yaş büyümüş olmasaydım, ağlayacaktım. Artık hiçbir şeyim kalmadı sanmıştım.(s.161 )

20 Ekim 2013 Pazar

Franz KAFKA - Milena'ya Mektuplar






KAFKA'nın ünlü mektupları... Beni ''Babaya Mektup'' ları kadar etkilemese de, kalemi bu kadar güçlü olan yazarın bence her yazdığı okunacak güzellikte.

Aslında mektupları okumak, sadece mektup okumaktan ibaret  değil. Kafka'yı, yaşadığı dönemi daha iyi tanımak, bir döneme tanıklık etmek bence. 

Kafka, belki  babasının hiç kimseyi layık görmemesi gibi nedenlerle, belki de babasının psikolojisinde yarattığı derin izler nedeniyle yaşamı boyunca hiç evlenmemiştir.
Tanıştıklarında evliliği resmen değilse de,pek çok  yönüyle bitmiştir Milena'nın. Çek yahudisi olmaları ve edebiyat ortak yanlarıdır.

Kafka, Milena'yı 1919 sonbaharında doğduğu kent olan Prag'da tanımştır. Milena Kafka'ya öykülerini Çekçe'ye çevirmek istediğini söylemiştir. Milena, o zamanlar olağanüstü ilerici bir okul olan ünlü hümanist kız lisesinde okumuş, iki yıl tıp eğitimi almış, devamında edebiyata yönelerek gazetecilik yapmıştır. Bu kadar nitelikli bir kadının  Kafka'yla aynı dili konuşması tesadüf değil bence.

Milena'ya Mektuplar kitabında, Kafka'nın karaladığı dışındaki tüm mektupları,  kitabın sonunda Milena'nın Kafka'nın arkadaşı Max Brod'a yolladığı mektuplar ile Milena'nın birkaç magazin yazısı da  yer almaktadır. Yazarın kendi el yazısıyla yazdığı bazı mektupları kitapta görmek heyecan verici.

Kafka'dan öncelikle ''Dönüşüm'' ü, sonra '' Babaya Mektup'' u okumanızı öneririm. Milena'ya Mektupları ise, Kafka okumayı seviyorum, her yazdığını okumak isterim diyenler ile mektup türü kitaplara ilgisi olanlar okusun bence.


******


Kitaptan Alıntılar:


Salı mektubunun da iğneleyici bir yanı var, insanın içinde oya oya kendisine bir yol açıyor, ama sen yönetiyorsun iğneyi, senden -bu kuşkusuz bir tek anın, mutluluk ve acıyla titreyen bir anın gerçeği- senden ne gelir de ben kolay katlanamam buna? F.  (s.65 )


İşte bugün hanidir korkup durduğum mektupsuz gün çıkageldi, beni hazırlıksız yakaladı. Demek pazartesi mektubunda ertesi gün bana yazamayacağını söylemen şaka değilmiş. Eh, telgrafın var nasıl olsa, o beni ayakta tutar. (s.192 )


Evet, bu mektup. Yukarıdan cehnneme bakıyorsun adeta, aşağıdaki de sana sesleniyor, cehennemde nasıl yaşadığını, oraya nasıl yerleşip kendine bir düzen kurduğunu anlatıyor. İlkin bu kazanda, ardından öbür kazanda kaynatılıyor, sonra da üzerindeki suların biraz buharlaşması için bir köşeye çekilip oturuyor.  s.146 )

Gary SMALL- Gigi VORGAN - Bir Psikiyatristin Gizli Defteri






Gary SMALL, bir psikiyatrist ve mesleğinin ilk yıllarından itibaren gösterdiği aşamayı, koyduğu teşhis ve tedavilerden ilginç örnekleri aktarmış bu kitapta. Eşi Gigi Vorgan'da kitabın hazırlanmasında kendisine yardımcı olmuş.

Hukuk okumasaydım, psikiyatri okumak isterdim. Oldum olası bilinçaltında olan bitene merakım vardır. Tabii bir de sorunları çözmeye. ''Heyula'' olarak dönersem, psikiyatrist olmaya odaklanırım artık!

Yazar kitabında bilimsel dilden olabildiğince uzaklaşarak, hepimizin anlayacağı dilde yazmış. Bu da kitabı okumayı anlaşılır ve zevkli kılıyor. Bence bu kitabı okuyun, hoşunuza gidecek.


 Örnekler ve tedavi yöntemleri ilginç. En içinden çıkılamaz-sıradışı görünen hastalıkların bazen çok basit ve gizli  kalmış nedenleri olduğunu göreceksiniz.


******


Kitaptan Alıntılar:



''Vücut bütünlüğüne  ilişkin kimlik bozukluğu (kısaca BIID) kurbanlarının çoğunda kendi uzvunu kesme ihtiyacı çocuklukta ya da ergenlikte başlar. Bazı uzmanlar bu rahatsızlığın vücut imajını bir şekilde çarpıtan beyinsel bir hastalıktan kaynaklandığını düşünür ama henüz spesifik bir neden bulunamamıştır. (s.78)
Kenny uzvunun kesilmesinin marangozluk mesleğini mahvedeceğinden ve ailesini geçindiremeyeceğinden korkuyordu.(s.81 )

Carol ve Michael ile birkaç hafta daha bir arada görüştüm. Michael'in anneden ayrılma mücadelesi ile annenin oğlunu bırakma zorluğu aslında pek çok yetişkin çocuk ile ebeveyni arasında yaşanandan farklı değildi. Onların durumunda sıradışı olan, Carol'ın Michael'ın hayatına dahil olma yönündeki çabalarının dolaylı yolla tıp öğrencisi hastalığı vakasına dönüşmüş olmasıydı. (.s.179 )


Bruce kollarını kavuşturdu, kamburunu çıkardı. ''Küçük bir acayipliği var, sinirimi bozmaya başladı.''
''Peki...Nedir?'' Sinirim gerilmeye başlamıştı.
''Disneyland'e ve Disneyland'le ilgili her şeye büyük bir hayranlık duyuyor.'' Sustu, ben de beklemeye başladım.
''Santa Monica'daki evine ilk gittiğimde neye uğradığımı şaşırdım. Her yer Disneyland temalarıyla dekore edilmişti. Pamuk Prenses salonu, Mickey Mause mutfağı, Denizkızı banyosu... Bir de Pinokyo odası var.
Öyle acayip ki içine girmek bie istemiyorum.'' (s.226 )




19 Ekim 2013 Cumartesi

Yiğit BENER - Heyulanın Dönüşü











Yiğit BENER, 1958 doğumlu. Heyulanın Dönüşü ile 2012 yılında 41.Orhan Kemal Roman Ödülü'nü almıştır. 


Yazarın Eksik Taşlar, Kırılma Noktası, Özgür Rosto ve Öteki Kabuslar adında romanları vardır.

12 Eylül döneminde ülkesini terk etmek zorunda kalıp, yaşamını kaybeden sonra dünyaya, kendi ülkesine dönen hayalet- heyulanın romanı.

 12 Eylül döneminde İstanbul Hukuk Fakültesinde okuyor, Vezneciler Kız Öğrenci Yurdunda kalıyordum. Eylemlerin yoğun zamanlarını okulda, yurtta bende yaşadım. Geceyarısı anonslarla uykumuzdan uyandırılıp, jandarmaların dolaplarımızı, kitaplarımızdan özel eşyalarımıza kadar herşeyi ne içinse(!) hallaç pamuğu gibi atıp darmadağın ettiğini,  nasıl unutabilirim. Neyse..anılara dalıp çok uzatmayayım.
Ben mağdur olmayıp, diplomasını alanlardandım. Bazı arkadaşlarımız  gibi ''heyyula'' da saklanmak, hatta yurtdışında yaşamak zorunda kalanlardanmış. Neyse ki dönebildi ''Heyula''. Hoşgeldi!
 

 
Heyula, döndükten sonra da yaşamı, ölümü, ekonomiyi, siyaseti, düzeni, çarpıklıkları sorguluyor. Huylu huyundan vaz geçer mi?


******


Kitaptan Alıntılar:


Kendimi yeniden unutturmak... Anonimliğe sığınmak... Nefes alıp kendime gelmek... Ola ki taze bir başlangıç... Madem öbür dünya başladığı gibi bir anda bitiverdi...Madem öbür dünya öncesine de dönemiyorum...Dolayısıyla madem geçmişimde bana yer yok... o zaman tek çare  belirsiz bir yarına kaçmak değil mi?.Göstergeleri tam sıfırlamak...Ulaşılamayan geçmişi tamamen geride bırakmak... (s.96 )


Tamamen sıfırdan başlamak diye bir şey yoktur.
Kıta, ülke, meslek, çevre, hatta toplumsal kimlik değiştirilse, dahası, öbür dünyaya bile gidilse  ya da oradan dönülse, insan geçmişini yanında değilse de içinde taşımaya devam eder.
Heyula, bu sıradan gerçeği unutarak sil baştan hayatını değiştirmeye kalkışanların akıbetinin hüsran olduğunu bilir. ( s.106 )

Uyum, elbette uyum! Madem devir değişti, madem öbür dünyayı boyladıktan on yıl sonra bir bakıma yeniden doğup buralara ancak dönebildim, bu durumda uyum sağlamak bana düşer... Hiç kuşkusuz! Hizaya girmeli, uygun adım yürümeli ve itaatkar olmalıyım... Başüstüne! Tüketim ve kara dayalı bu ayarı bozuk düzende herkes kendi açısından haklı... Anlayışlı olmalıyım. Kesinlikle! (s.132-133 )

Fernando PESSOA - Ophelia'ya Mektuplar







Fernando PESSOA, 1888-1935 yılları arasında yaşamış Portekizli şair ve yazar. Çocukluk ve ilk gençlik yılları Güney Afrika'da geçmiştir. Portekiz'de modernizmin öncüleri arasında olmuştur.


Yazarın ''Huzursuzluğun Kitabı'' adlı kitabı, başucu kitaplarımdandır. Herhangi bir roman gibi sürekli okunamayacağından ve ara ara cümleleri  sindirerek okuyup anlamlandırmak  gerektiğinden...
Huzursuzluğun Kitabından sonra Ophelia'ya Mektuplar'ı okumak benim için biraz da düş kırıklığı oldu doğrusu. Umduğumu bulamadım.  Pessoa gibi bir yazardan F. Kafka'nın ''Babaya Mektuplar'' ı gibi muhteşem bir kitap bekliyordum.

Kapının önünden geçeceğim, pencereden bak minnoşum! gibi şeyler okumayı tercih eder misiniz bilemem!


Yazar, yalnızlığını kırgınlık ve kıskançlıklarını çocuksu bir uslupla yansıtmış mektuplarına.


******


Kitaptan Alıntılar:


Gerçekten seven kişi adli dilekçelere benzer mektuplar yazmaz. Aşk, nedenleri bu kadar incelemez, insanlara da ''yakalanması'' gereken sanıklar muamelesi yapmaz.

Kendim de gülünç bulurdum zaten eğer sizi bu kadar sevmeseydim ve eğer bana vermekten zevk aldığınız acıdan başka şey düşünmeye vaktim olsaydı; bu acıyı hak etmedim ben, sizi sevmek dışında; ve sanırım sizi sevmek de, bu acıyı hak etmek için yeterli bir neden değil. Neyse... (s.19 )

Sana yazma fikrini kabul etmiyorum, seninle konuşmak, seni hep yanımda görmak istiyorum, sana mektup göndermek durumunda kalmamalıyım. mektuplar ayrılık işaretleridir- en azından, onları yazma gereği duyduğumuzdan dolayı, birbirimizden uzakta olduğumuzun işaretleridir.( s.30 )

Küçük ve yaramaz Bebeğim,
Evdeyim, yalnızım; ( tabii ki!Tavanı ve yeri değil) halı kaplayan entelektüel dışında; ama o sayılmaz. Anlaştığımız gibi küçük Bebeğime kendisinin en azından bir tek şey dışında çok kötü biri olduğunu söylemek için yazıyorum; o tek şey de gibi yapmak; bu konuda üstüne yok. (s.36 )

GOETHE- Genç Werther'in Acıları




Bazı isimler aradan yüzyıllar geçse de niye 'var', Genç Werther'in Acılarını okuyunca anlayabiliriz. Yüzyıllar sonra okurken Werther'in acısını yüreğimde hissettim adeta, ah bir de ölüm olmasa!

GOETHE, şair, tiyatro ve roman yazarı, bilim adamı, babası tarafından dönemin ideallerine göre iyi eğitim almış, yetiştirilmiş biri. Doğa bilimleriyle uğraşmış, hukuk eğitimi almış. Hegel, Beethoven ve Mendelsohn Goethe'nin yakın arkadaşlarındanmış. 



 Goethe, ''Genç Werther'in Acılarını'' 1774 de yazdı. Mektup-roman şekindeki eseri Goethe kendi gençlik aşkının etkisiyle yazmıştır. Roman zamanında o kadar derin etki bırakmıştır ki, birçok genç bu romanı okuduktan sonra kendini öldürmüştür.

Okumadan önce bu kadar etkilenebileceğimi düşünmemiştim doğrusu. Goethe'nin anlatımı gerçekten büyülüyor insanı.
 Ee bir de aldığı eğitimi,  geçim kaygısı taşımadan yazabilmesini  kıskanmadım desem yalan olur!

Tabii  aradan geçen yüzyıllar ümitsiz aşıkların çözüm yöntemlerini değiştirdi. -(gizli numaradan arayıp sesini dinleyip telefonu kapatmalar, isimsiz mesajlar atmalar...falan )-  Yine de  aşk acısı en akıllı insana bile neler yaptırmaz ki...



******


Kitaptan Alıntılar:


Bir toplulukta ondan söz açılsa ne şaşkın hallere giriyorum, görmelisin. Hele bir de onu beğenip beğenmediğimi sordular mı...Beğenmek ne demek? Bu sözden öldüresiye nefret ediyorum. Lotte'den hoşlanıp da, bütün kalbini ve duygularını ona vermemiş insan olabilir mi,? (s.46 )


Nasıl oluyor da, insanı mesut eden bir şey aynı zamanda onun felaketinin de kaynağı oluyor? 
Bazı hazlar içine gömen, çevremi bana cennet haline getiren hareket dolu tabiat karşısındaki  coşkun ve sıcak duygularım, şimdi benim için çekilmez bir dert, her yerde peşimden gelen işkence edici bir zebani oldu. Kayaların üstünde durup ırmağın üzerinden o tepelere bakar, verimli vadiyi seyreder ve etrafımda her şeyin filizlendiğini ve topraktan fışkırdığını görürdüm. En aşağılardan tepelere kadar yüksek ve sık ağaçlarla kaplı dağları, en güzel ormanların gölgelediği kıvrım kıvrım vadileri seyrederdim; (s.66 )


Bu hayal nasıl peşimi bırakmıyor? Uyanıkken olsun, uykuda olsun, içime hep o doluyor. Şimdi şurada gözlerimi kapasam,  içimdeki görme gücünün toplandığı alnımda, onun kara gözlerini görüyorum. Bunu sana anlatamam. Gözlerimi kapayınca hemen bu gözler karşıma dikiliyor. Bir deniz, bir uçurum gibi önümde ve içimde duruyorlar. Bütün benliğimi sarıyorlar. (s.125 )


Temiz kış havası onun kederini bir damla bile dindiremiyordu. Kalbi belirsiz bir yükün altında eziliyordu. Bütün üzüntüler içine mıhlanıp kalmıştı. Ruhunda, bir acıdan öteki acıya  geçişten başka kıpırtı yoktu. (s.129 )










Birsen FERAHLI - O Yaz...




Birsen FERAHLI, Selçuk doğumlu, uzman doktor. Edebiyata eleştiri yazılarıyla başlamıştır.

O Yaz'ı bir solukta okudum, öyküler, yazarın anlatımı akıcı, sıcak, bizden...Okuduklarım beni yıllar öncesine, çocukluğumdaki  yaz tatillerine mi, taşrada ilk görev yıllarımda nezaketen katıldığım o kabul günlerine mi götürmedi...Eminim siz de kendinizden pek çok şey bulacaksınız bu öykülerde.
Birsen Ferahlı'yı okuyacağım yazarlar listeme ekledim. Yeni yazarları tanımaktan, listeme eklemekten dolayı mutluyum.
 Kitabı keyifle okuyacağınızdan eminim.

O Yaz adlı öyküyü okurken 70'li yıllarda Kuşadası-Güzelçamlı'da -daha yazlık sitelerin pek olmadığı dönemde- Söke'den beş-altı aile toparlanıp, sahile kurduğumuz çadırlarda üç ay boyunca yaşadıklarımızı hatırladım. Sahilde uzun yürüyüşler, eğlenceler,- ozon tabakası delinmemiş daha- kömür gibi olana dek güneşlenmeler, cefakar annelerin portatif mutfaklarda hazırladığı yemekler...Ne güzel günlerdi...Gençlik güzel şeymiş!

Kitabın arka kapağında Selim İleri'nin, Yiğit Bener'in yazar ve kitap hakkındaki düşünceleri de haklı övgüler içeriyor.


******


Kitaptan Alıntılar:


Hayat...Savrulmalar...Yükselip alçalmalar... Yenilgi ve zafer...Hepsi işte bu gök kubbenin altında, işte bu denizin tanıklığında yaşanmış, toprak iyi ya da kötü olduğuna bakmaksızın kendisine verileni alıp öğütmüştür. Birileri Alsancak'ı yakmış, birileri hevesle yeniden yapmıştır. Geniş bulvarlar, Avrupai bankalar, işhanları, heykeller, meydanlar, iki üç katlı apartmanlarla eski yangın yerinde yeni hayatlar yeşermiştir. Bunlar da zaman içinde yok olup gidecek, arkeologlar kalıntıları bulacak, sonra başka tepelerde, başka düzlüklerde başka şehirler kurulacaktır. Zamana sığınmayı, kanatlanan bir martı gibi zamanın içinde süzülmeyi çoktan öğrenmiştir arka koltuktaki heves yorgunu kadın.(Bir Deli Heves adlı öyküden. s.23 )

 
Kız Lisesi mezuniyetini, altın yaldızlı Sorbon diplomasıymış gibi öve öve bitiremeyen Münevver, Doktor Asım'dan yediği dayağın izlerini örtmek için  fondötene buladığı suratını biçimden biçime sokarak, çağdaş bir kadının kocasıyla karşılıklı içki içmesi gerektiğini söylüyordu. Peki, o zaman, sabah kahvelerinde- falların soğumasını beklerken sesini alçaltıp- Doktor Asım'ın alkol tutkusu yüzünden ihtisastan atıldığını, bu küçük kasabada genç kızlık hayallerinin tükendiğini anlatmaya doyamayan gözyaşları içindeki o kadın kimdi? (Kabul Günü adlı öyküden s.40 )


Ahşap zemin üzerinde kargı duvarlı,saz çatılı,kapısız iki odaydı evimiz; en çok girişteki tahta destekli kum basamağını seviyordum bu oyuncak evin. Ocağı, kap kacağı, çadırın önündeki açılır kapanır masanın üstüne yerleştirmiştik. sarı- beyaz çizgili basma perde ile çevrilen bu bölüme, 'mutfak' diyorduk. İki üç çadırın ortaklaşa kullandığı hela iyice arkalarda, gece karanlığında yarım kova suyu taşırken  daha da uzayan yolun bitiminde, karasineklerin çevrelediği, hasır kapılı,iğrenç kokan, kocaman bir delikti.(O Yaz... adlı öyküden s.52 )






18 Ekim 2013 Cuma

Lev Nikolayeviç TOLSTOY - İvan İlyiç'in Ölümü




TOLSTOY, İvan İlyiç'in Ölümü'nü hayatının yeni inanç döneminde yazmıştır. Yazar, Rus Edebiyatı'nda gerçekçilik akımının öncülerindendir.

Uşağı Gerasim'in hastalığında insani bir sevgiyle kendine bakmasından etkilenen İvan İlyiç, geçmiş yaşamının boşluğunu ölüm döşeğinde anlamıştır.

 Tolstoy'un öykülerinden oluşan ve adını da aynı adlı öyküden alan ''İvan İlyiç'in Ölümü''..Kitaptaki diğer öyküleri gibi güzel, ölüm öncesi çekilen acılar nedeniyle ruh hali ancak bu kadar etkili, bu kadar  gerçekçi anlatılır. İnsanın ölüm döşeğindeki haline okuyarak tanıklık ettim.

 Üstelik  İvan İlyiç ne de olsa eski meslekdaşım, erk sahibiyken muhtaç ve yalnız kalmak daha bir acı olsa gerek. Hep demişimdir; ''Mahkeme kadıya mülk değil'' diye.


******


Kitaptan Alıntılar:.



Birdenbire bilinmeyen bir kuvvet onu önce göğsünden, sonra böğründen itti; soluğu daha çok kesildi. İvan İlyiç deliğe yuvarlanıverdi...Orada,deliğin dibinde bir aydınlık belirdi..Yolculukta bazan tren geri geri giderken ileri gittiğimizi sanırız, sonra asıl yönümüzü anlarız. İvan İlyiç'e de aynı şey oldu.
(  İvan İlyiç'in Ölümü s.369)


Odanın sessizliğini Katya'nın derin, düzgün soluk alışları ile başucundaki saatin tiktakları bozardı. Ben yatakta sağa sola döner, mırıldanır, istavroz çıkarır, boynumdaki haçı öperdim. Kapılar kapalı olduğu için, pencerelerin küçük pancurları arasından giren bir iki sinek uçamayark köşede vızıldar dururdu. Sabahın gelmesini, odamdan dışarı çıkmayı, beni saran bu ruh halinin kaybolmasını istemezdim hiç.Hayal, düşünce ve yakarışlarımın karanlıkta benimle yaşayan, yatağımın çevresinde uçuşan, başucumda duran canlı varlıklar olduğuna inanıyordum. Her düşüncem,her duygum sanki Sergey Mihayloviç'in düşüncesi, onun duyguduydu.. Bunun aşk olduğunu o günlerde bilmezdim, bu duygunun herkesin başına gelebilecek türden bir şey olduğunu sanırdım.(Aile Mutluluğu adlı öyküden- s.137 )

17 Ekim 2013 Perşembe

Ayşegül ÇELİK - Şehper, Dehlizdeki Kuş







Ayşegül ÇELİK, 1968'de doğmuş, H.Ü İktisadi İdari Programlar ve A.Ü  DTCF bitirmiştir. Şiir, makale ve öyküleri, röportajları çeşitli dergi ve gazetelerde yayımlanmıştır.

Sensizankaradadenizdüşleri adlı şiir kitabı ile öykü kitabı Korku ve Arkadaşı vardır.

Farklı öykülerin kesişim noktası dönmedolap, yıldızlar..Birde öykülerin okuyanı içine alması.


******


Kitaptan Alıntılar :


Bir an olsa, bir çiçek kopsa dalından, ay düşüverse, bir yasemin solsa örneğin, hepimiz hüngür hüngür ağlayacağız. Gece, ağzımızda büyüyor; çünkü sırlar var damağımızı zorlayan, Hızır'ın ev ev, bahçe bahçe gezeceği vakte hazırlanıyoruz.Birazdan dilekler asılacak gül dallarına. Dilekler: Gizli hevesler.( Tuhaf değil mi herkesten saklanan başıboş dileklerin bir peygambere itirafı? Çünkü uygunsuz şey bunlar. Çoğu açlık ve tamahın payandasında yükseliyor, kıskançlık ve kin biriktiriyor içinde: Çocuğum doktor olsun, mühendis olsun, çok zengin biriyle evlensin,villalarda yaşasın inşallah! )  (s.33-Haziran Dilekleri adlı öyküden)


Öyle yorgunum ki...
Elimde bir kesekağıdı dut kurusu, atlıkarıncadaki kahkahaların, şekilsiz balonların, hediyelik oyuncakların arasından geçiyorum. Niyetim kalabalığa karışmak aslında, ama biryere gidebildiğim yok.  Kaç saattir yürüyorum, daha çocukluğumdan çıkamadım...Çünkü yürüyen sadece ayaklarım...(s.45- Tutanak adlı öyküden)


Sevdiği, aşık olduğu birini özlerken, içten içe kendini özlemez mi insan? Aklında o günlerden kalan şey, aslında kendisi değil midir? O yürek çarpıntıları, o yaşama hevesi...Eski sevgiliyi özlerken kendini özler insan: Tıpatıp kendi olduğu o kısacık anları...( s.52-Yağmur Işığı adlı öyküden )



Sevdiği, aşık olduğu birini özlerken, içten içe kendini özlemez mi insan? Aklında o günlerden kalan şey,aslında kendisi değil midir? O yürek çarpıntıları, o yaşama hevesi...Eski sevgiliyi özlerken kendini özler insan: Tıpatıp kendi olduğu o kısacık anları...(s. 52)







Emrah SERBES - Hikayem Paramparça







Emrah SERBES, 1981 Yalova doğumlu. Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi tiyatro bölümünü bitirmiştir. Behzat Ç. romanı: Her Temas İz Bırakır, Son Harfiyat ve Erkan Kaybedenler'i yazmıştır.

Sokağın çok bilmediğimiz yüzünü çarpıcı ve kendine özgü üslubuyla  anlatıyor. Bu uslup, benim gibi ortayaştaki (artık 60 yaş dahil, orta yaş grubundaymışız!) biri için biraz ''sokak dili'' ama olsun! Bu sefer de tercih ettiğim ''edebi dilden'' biraz uzaklaşayım. Gençlerin önerilerine, fikirlerine her zaman açığım. Kitabı öneren kızıma kucak dolusu teşekkürlerimle...

''Erken Kaybedenler'i'' daha önce okuyup, Hikayem Paramparça'dan daha çok beğendiğimi de belirteyim bu arada.

Kitapta parça parça anlar, parça parça anılar var, paramparça hikayeler...


******


Kitaptan Alıntılar:


Yalnızlıktan kudurmuş bir çocuğun arabaların kaportasını anahtarla çizişi gibi ruhumun kemirilişi de hep sinsiceydi. Buna rağmen ansızın berraklaştığı oluyor bulanık günlerin; hala soğuk biralar oluyor ve bazen güzel kızlar. Yağmurdan sonra saçlarını havluyla kurulaman gibi olmuyor, o kalibrede sevda görmedim. (s.20 )



Aslında tek kişi sayılmaz mı karanlıkta iki kişi. (s.29 )



Herkes kendi kabusunu görür. Bir kabusu kabus yapan şey ondaki aktarılamayan noktalardır. Başkasına anlattığın şey kabus değildir artık. (s.34 )



İnsan zamanını durdurmak istediği yere aittir. (s.40 )



Benim, Çehov'dan ve o yazdan öğrendiğim şey şu: Fırsatı varken ağlamalı insan. Ele güne sergilenmeyecek duyguları olduğunu düşünmemeli. Sadece gözüne sabun kaçmış çocuklara bırakmamalı bu işi. Derdini anlatabilecek kadar ağlayabilmeli en azından. Ve önündeki yol yürüyebileceğinden uzun olsa da yürümeli o yolu, yürüyebildiği yere kadar. (s.143 )




Tezer ÖZLÜ-Ferit EDGÜ - Her Şeyin Sonundayım




Tezer ÖZLÜ, Yaşamın Ucuna Yolculuk adlı yapıtıyla 1983 Marburg yazın ödülü almış, genç yaşta aramızdan ayrılmıştır. Pavase hayranı, özgün  bir yazar...
 Ferit EDGÜ, şair, yazar, pek çok eseri vardır. Ada Yayınlarını kurmuş, 1976 dan 1990 a kadar pek çok yapıtı yayımlamıştır.

Mektup  türü okumayı seviyorum. Çalakalem, o an hissedilenlerin doğallıkla yazıldığına inandığımdan  olsa gerek. Bir de mektup okumanın kişiye mail okumaktan daha sıcaklık yüklediğini düşündüğümden sanırım.
.
 İki dostun zaman içinde ve bilhassa Tezer Özlü'nün hastalığı döneminde birbirlerine yazdıkları ve yayımlamayı düşünmedikleri  mektuplardan oluşan bu kitabı severek okudum.


******


Kitaptan Alıntılar:


Zürih'i oldukça iyi bilirim. 1959'da, hayatımın, diyebilirim ki en trajik günlerini yaşadım o kentte. Küçük yeğenim, tedavi için geldiği o kentte , geldiğinin birinci haftasında öldü ve onu kent mezarlığına ben gömdüm.
Evet, o kenti oldukça iyi bilirim. Acımdan geceyarıları sokağa vurduğumda kendimi, İtalyan mahallesinde bile açık bir meyhane bulamamışımdır. Gölün üzerindeki köprülerden biri üzerindeuyuyan kuğuların üzerine kusarken, yanıma yaklaşan polise kaldığım pansiyonun adını verememişimdir. Ama onlar, arayıp tarayıp kaldığım pansiyonu bulup beni oraya götürüp  handiyse yatağıma yatırmışlardır. (s.59-60 F.E )


Ben burada oldukça güç bir dönem geçirdim, belki gene geçireceğim. Çünkü İsviçre gerçekten birçok bakımdan 19.yüzyıldan kalmış bir ülke, özellikle toplumsal ilişkiler açısından. O denli üretime ve paraya bağlı bir ülke ki... sonra burada her ama her dalın bir küçük eğitimi var...örneğin, ormandan gereksiz ot ve çalıları toplayacak adamdan orman eğitimi, parfüm satacaktan parfüm eğitimi, mektup damgalayacaktan posta eğitimi v.s.v.s bekleniyor...İnsanlar çok yönlü gelişmesin diye... Böyle bir açıdan bakıldığında benim hiçbir eğitimim yok. Çünkü her şeyi biliyorum ve hiçbir şeyi bilmiyorum.. Ayrıca burada  konuşulan Almanca da Almanca değil, Ortaçağ Almancasına yakın, gelişim göstermemiş, işitildiğinde sözcükler, ekler duyulmayan... geri bir dil. (s.62 T.Ö )


Burada trafik ve günlük işler hemen hemen hiç zaman almadığı için her gün iki, üç gün oluyor. (s.101 T.Ö)



İvan Sergeyeviç TURGENYEV - El Kapısında







İvan Sergeyeviç TURGENYEV, 1818'de Orel'de doğmuştur. Ülkesinde Rus Dili ve Edebiyatı, Almanya'da Felsefe eğitimi almıştır. Rus Edebiyatında ''gerçekçiliğin'' temsilcilerindendir. Ailesinden kalan yüklü miras nedeniyle para kaygısı taşımaksızın yazmaya zaman ayırabilmiş ve dünya edebiyatında saygın bir yer edinmiş, 1883 de de vefat etmiştir.


 Turgenyev'in eserlerini araştırırken, bu kitabın çevirisinin ilginç bir hikayesi olduğunu okudum ve kitabı bu merakla okudum. Kitapta Orhan Veli'nin elyazsıyla çevirisini görmek kitabı daha bir anlamlı kıldı benim için.Sizlerle de paylaşmak istiyorum;


''El Kapısında'' İ.S.Turgenyev'in oyunu
..Muhsin Ertuğrul'un isteğiyle Orhan Veli tarafından eski Türkçeyle dilimize çevrilmiştir. Oyunun Orhan Veli çevirisi yıllar sonra bir yangından kurtarılarak tesadüfen ele geçmiş ve bu oyun ülkemizde hiç sahnelenmemiş!


Orhan Veli'nin yaklaşık yarım yüz yıl öncesinde kullandığı güzel Türkçeye imrenmemek elde değil. Sabri Koz'un çevrimyazı çalışması da eserin değerine katkıda bulunmuştur.



******


Kitaptan Alıntılar:


ELETSKİ: Gerçi mühim birşey olmadı. Ama, uşaklar olsun, misafirler olsun, hem gördüler, hem duydular. Kibar bir evde böyle şeyler yakışık almaz...Emirlerimi verdim bile.

OLGA: Ne emri?

ELETSKİ: İşte...İhtiyara, burada, bizim evde kalmasının kendisi için tatsız olacağını anlattım.Böyle bir sahneden sonra!... Sen de öyle buldun ya. Ayılmış olduğu için fikrimi hemen kabul etti... Biliyorum, fakir bir adam. Ne parası var, ne pulu. Ona, en iyisi, senin öbür köylerinden birinde bir oda vermeli; bir de aylık bağlamalı, beslemeli. Herhalde memnun olur. Tabii biz de hiçbir şeyini eksik etmeyiz.

OLGA: Paul, öyle sanıyorum ki bu kadar küçük bir kabahat için ona verdiğin ceza biraz şiddetli... Ne kadar zamandan beri burada yaşıyor!...Eve alışmış...Benim ta çocukluğumu biliyor...Bence burada alıkoyabiliriz. (s.61 )








Hakan GÜNDAY - Kinyas ve Kayra







Hakan GÜNDAY, 1976 yılında doğmuş. Ancak diyebilirim ki, birşeyler yazmak için doğmuş. Yaşı ne kadar genç sayılırsa, kalemi o kadar güçlü Günday'ın.


Kinyas ve Kayra, Hakan Günday'ın 2000 yılında yayımladığı ilk kitabı .Ancak okuru bambaşka bir dünyaya götürüyor. Kinyas'ı mı, Kayra'yı mı seveceğine karar veremiyor insan başta. Bazen ikisinden de nefret ediyor hatta. Kinyas da Kayra'da bu dünya için fazla uç, fazla farklılar. Ve farklılıklarında bizden ufak da olsa bir parça bulmak, bizi bu harika kitaba daha da bağlıyor.

Ancak bir tavsiyede bulunmam gerekirse, H. Günday okumaya başlamaya niyetliyseniz; Kinyas ve Kayra, okuyacağınız ilk kitap olmasın. Çünkü bana göre, tam bir başyapıt. İç dünyamızı sarsıp, içimizdeki kabullenemediğimiz yanları su yüzüne çıkaracak bir kitap, elinizden bırakamayacaksınız.


******


Kitaptan Alıntılar:


''Ne yapmak istediğini bilmemek kadar acı verici birşey yoktur.Ne istediğini bilmemek insana verilmiş en yırtıcı işkence türlerindendir.''


''Herkesin kendine göre bir paranoyası var. İklimden, saç renklerinden, el parmak uzunluğundan ya da her neden kaynaklanıyorsa! Herkesin tercih ettiği bir ölüm var...''


''Kurtuluş'' dedim. ''Ankara'da bir mahalle.'' Fazlası değil. Belki de Bob Marley'in en iyi şarkısı. Daha fazla düşünmeye gerek yok. Adı her yerde. Kendisi yok. Kurtulmaya gelmiyoruz dünyaya. Daha da saplanmak için burdayız. Dibine kadar.''


Dünyanın en eski mesleği fahişelikse, en eski hayal kırıklığı da aşktı.


''Ne ölüm, ne de hayat! hiçbiri kovalamıyor beni rüyalarımda. Hiçbirinin eli bana değmiyor. Çünkü ellerim ceplerimde hiç olmadıkları kadar. Varlığıma nedensizlikten delirdim ben. Hiçbir nedeni kendime yakıştıramadığımdan. Hepsini giydim. Hiçbiri olmadı. Hepsi dar geldi. İnansaydım herhangi birine, uğruna gerekirse dünyayı kan gölüne çevirirdim. Okyanuslar kırmızı olurdu. Pıhtılaşmış kanlardan siyah dağlar yükselirdi. Ama inanmadım. Bir türlü inanamadım... Bütün hayat bir illüzyon.''


 

16 Ekim 2013 Çarşamba

Emre KONGAR - Kızlarıma Mektuplar







Emre KONGAR, 1941 doğumlu, 15.3.1983 tarihinde askeri rejimin üniversitelerle ilgili uygulamalarını protesto etmek için üniversiteden istifa eden profesör, bürokrat, köşe yazarı, pek çok ödül sahibi ve ikiz kız babası, yazar.


Kızlarıma Mektuplar'la  Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi 2001 Yılı En İyi Kitap Ödülü'nü almıştır.

Kitap, Emre Kongar'ın eğitim için yanlarından ayrılan ikiz kızlarına yazdığı mektuplardan oluşmaktadır. Anne babaların, çocukların, kısacası herkesin okuması gerektiğini düşündüklerimden. Yıllar önce okumuştum, kızıma da  armağan ettim.

Ülkemizde ''eğitim'' en önemli sorunumuz bence. Öyle yetersiz kalıyor ki, eğitimli dediklerimizin bile pek çoğu eğitimsiz olanlardan  daha kötü durumdalar. Emre Kongar doktora eğitimi almak üzere yurtdışına giden kızlarına çağdaş, eşitlikçi  ve birey olmalarından her durumda ödün vermemeleri gerktiğinin önemini anlatıyor. Eğitimli, ayaklarının üzerinde durabilen, eşiyle eşit konumda olan  annelerin yetiştireceği erkek evlatlara, kız evlatlara ne kadar çok ihtiyacımız var.


******


Kitaptan Alıntılar:


Sevgili kızlarım,
Biz, sizleri, insanlıktan nasibini almamış mahlukların malı olasınız diye değil, eğer isterseniz, çağdaş ve uygar insanlarla, eşit koşullarda yuva kurabilesiniz diye büyüttük.
Evlenmek istemezseniz, ya da uygun bir eş bulamazsanız, ömrünüzün sonuna dek bekar da yaşayabilirsiniz.
Bizim evimiz de, gönlümüz de size her zaman açık, tabii bizimle oturmak isterseniz. (s.57 )


Artık sizi ne nutuk atmamız etkileyebilir, ne de uymayacağınız  yasaklar koymamız.
Dolayısıyla,artık benim için babalık rolünü terk edip, arkadaş rolünü benimsememin zamanı çoktan geldi de geçiyor.
Arkadaşlığın en önemli ögesi ise, dinlemektir.
Söz veriyorum, bundan sonra sizin için çok iyi bir dinleyici olacağım,tabii eğer sizin için artık çok geç değilse. ( s.198 )




Lev TOLSTOY - Polikuşka







Tolstoy, varlıklı bir ailenin iyi eğitim almış ferdidir. Yazar aynı zamanda 19. yüzyıl Rusya'sının en etkili ahlakçı düşünürüdür. Bütün servetini köylülere dağıtıp onlar gibi giyinmiş, hatta kendi elbiselerini  kendi dikmiştir. Reformist eğitimci olup, köyüne okul yaptırmıştır. Köylülerin yoksulluk ve cahilliğine çare bulmaya çalışmış, 82 yaşındayken bir tren istasyonunda zatürreden ölmüştür.

Bir ara klasikleri yoğun şekilde okumadan önce, bilhassa Rus yazarların bilinenler dışında neler yazdıklarını da araştırmıştım. Polikuşka'da Tolstoy'un daha önce duymadığım kitaplarından biriydi. Öykünün konusu ilgimi çekti. Varlıklı Tolstoy'un malvarlığını köylülere dağıtacak kadar empati yapması, yoksulluğu bu kadar tanıyıp öyküsünde bu kadar gertçekçi anlatması öyküyü muhteşem kılıyor.

Cahil ve eliuzun köle olan Polikuşka'nın, emrindeki hanımına bağlılığını kanıtlamak için yaşadıklarını anlatır öykü.

Kitabı okuduğumda Tolstoy'a olan hayranlığım daha da arttı. Öykü beni 1800'lerin Rusya'sına, yoksul köylülerin arasına götürdü.

 Bence Tolstoy'un bu öyküsünü bir solukta okuyacaksınız, tavsiye ederim.



******


Kitaptan Alıntılar:


Çevresine aldırmayan Polikey tatlı hayallere dalmıştı. Sürgüne göndermek istedikleri, askerlikle gözünü korkuttukları, yalnız aklı başında insanların dövüp sövmediği, onların dışında herkesin çiğneyip geçtiği Polikey topluca bir parayı, hem de çok miktarda parayı almaya gidiyordu işte! Hanımefendi güvenip bu iş için onu seçmişti; üstelik kendi bindiği Davul'u koştukları Kahya arabasını da altına vermişti. Konak bekçisi filanmış gibi, dizginleri ve hamut bağları kayıştandı arabanın. Polikey daha dik oturdu, şapkasının pamuğunu düzeltti, yeniden sarındı, örtündü. ( s.39 )


Polikey'in durumu hakkında bütün gün kimse bir şey öğrenemedi. Ancak sonraları onun yolda şapkasız koşturup durduğunu, herkesten, ''Bir zarf buldunuz mu?'' diye sorduğunu gören komşu köylüler çıktı ortaya. ( s. 52 )

  
Dutlov dudaklarını kıpırdatarak evinin yolunu tuttu. Önceleri epeyce korkmuştu, ama köye yaklaştıkça bu duygu, yüreğini gitgide daha çok dolduran bir sevince dönüştü. Yortu dolayısıyla köyden şarkılar, sarhoş çığlıkları geliyordu. Dutlov ağzına içki koymazdı, onun için doğruca evine yollandı. Kulübesine girdiğinde vakit epey geçmişti. Kocakarı uyuyordu; büyük oğlu ile torunları fırının üstünde, ikinci oğlu ise sandık odasında yatıyordu. Uyanık duran yalnız yeğeni İlya'nın karısıydı. Üstünde kirli günlük entarisiyle, saçı başı dağınık, sedirde oturmuş ağlamaktaydı. Amcasına kapıyı açmak amacıyla yerinden kıpırdamamıştı bile. İhtiyar içeriye girince sesini daha da yükselterek, bir şeyler söyleye söyleye ağlamaya başladı. Kocakarının dediğine bakılırsa gelinleri çok güzel ağıt düzermiş, oysa kızlığında hiçbir yerde ağıtçılık yapmamıştı. (s.73 )






Sabahattin ALİ - İçimizdeki Şeytan







Sabahattin ALİ 1907- 1948 yıllarında yaşamıştır. Gümülcine doğumlu yazar, öğretmenlik, gazetecilik yapmış, şiir de yazmıştır. Yazdığı yazılar nedeniyle yargılanıp cezaevinde  yatmıştır. Yasal yollardan yurtdışına çıkamayınca Bulgaristan sınırını geçmeye çalışırken öldürüldüğü iddia edilmişse de, nasıl öldüğü hala tartışmalıdır.


Biyografisini araştırırken, kitaplarının 1950 yılından beri Bulgaristan'da okullarda okutulduğunu ve doğumunun 100. yılında doğduğu şehirde Türk ve Bulgar Edebiyatçılarca  anıldığını öğrenmekten mutlu oldum.

Keşke daha çok yaşasaydı, daha çok eser bırakabilseydi Sabahattin Ali... Kürk Mantolu Madonna, Kuyucaklı Yusuf'tan sonra okuduğum İçimizdeki Şeytan'da diğer romanları gibi etkileyici.
İçimizdeki Şeytan,  Ömer ve çevresindeki arkadaşlarının o döneme göre ''aydın'' görüntüsü vermeye çalışırken, kendi yetersizleri içinde çırpınmalarının, romanı.
Aydın insan, her yaşta kendini yenileyen, geliştiren, eksikliklerinin farkında olan insan değil midir?

******

Kitaptan Alıntılar:


Bu karmakarışık hayat içinde Macide daha ziyade tesadüflerin sevkiyle büyümüş ve okumuştu. Çocukluğunda evi yoklayıp geçen çeşit çeşit hastalıklardan biriyle ölmediyse bu tesadüf; ilk mektebi bitirdikten sonra evde alıkonmayıp ortamektebe gönderildiyse, bu da bir tesadüftü. Babası kendini çıkmaz işlerin içinde  bu kadar kaybetmiş olmasa, kendisine kızını okutmasını tavsiye eden birkaç mektep mualliminin sözüne belki kanmaz ve onu da, ablası gibi on beş yaşında kocaya veriridi. (s.27 )


Hayatları birkaç gün mühim bir değişiklik göstermeden geçti. Ömer işine gidip geliyor, eve geç dönmemeye çalışıyor ve son haddine kadar mesut olduğunu her gün kendi kendine tekrarlıyordu. Macide konservatuara başlamıştı. Yalnız akşamları daha erken çıkıyor,  birkaç dükkana uğrayarak peynir, çay gibi kahvaltılık öteberi alıyor ve evde sofrayı hazırlayarak kocasını bekliyordu. (s.130 )


Şu anda karşısında bütün hüviyetiyle Ömer vardı: Aylardan beri tanıdığı, sevdiği, beğenmediği ve artık kendinden uzak, çok uzak bulduğu Ömer... Onu gayet iyi anlıyordu. Karısının yanında başka bir kızı kucağına yatıran, sonra birdenbire, beş on kuruş borcunu düşünerek, söz söylemekten utanan... Karısını yollarda unutan, fakat aynı kadını, canını verecek kadar çok seven...Şu anda ismini duyduğu zaman nefret ve tiksinmeden bayılacak hale geldiği bir adamla ertesi gün, sırf yüzü tutmadığı için kol kola gezen...(s.222 )

15 Ekim 2013 Salı

Vladimir BARTOL - Alamut







Sloven yazar Vladimir BARTOL, 1903- 1967 yılları arasında yaşamıştır. Biyoloji ve felsefe eğitimi almış, ruhbilim, sanat ve tiyatroyla ilgilenmiş, bilim adamı olarak kelebekleri araştırmıştır.

Kurgusal hayal gücü zengin olan yazarın Alamut romanı bunun en güzel örneğidir. Romanda din, cennet- cehennem inanışı sorgulanıp yer yer de inkar edildiğiden, 1960-1980'li yıllarda bazı ülkelerde yasaklanmştır.

Cennetin anahtarının elinde olduğunu iddia ederek Alamut Kalesi'nde kendine tabi bir güç yaratan Hasan  Sabbah'ın '' kurgusal, hayali '' hikayesi.

Sürükleyici bir kitap okumak isteyenlere masal tadındaki Alamut'u okumalarını öneririm.


******


Kitaptan Alıntılar:


Harikulade bir sabahtı. Güneş henüz vadiye ulaşmamış olsa da ışıkları dağ yamaçlarıyla  karla kaplı tepelerde pırıl pırıl parlıyordu. Yüzlerce kuş aynı anda cıvıldıyor, bazıları suyun tadını çıkartıyor, çevrede uçuşuyor bazen de balık yakalamak amacıyla suya dalıyordu. Kıyı boyunca uzun sazlıklar, yaban süsenleri ve su zambakları göze çarpıyordu. (s.86 )


Talebelerin karşısına geçip hepsini tepeden tırnağa süzdükten sonra, ''Tutun nefesinizi!'' diye emretti. Bakışları talebelerin üzerinde dolaşıyordu. Kızaran yüzlerini, şişen boyun damarlarını, adeta yerinden çıkacakmışçasına irileşen gözlerini dikkatle kontrol ediyordu. Aniden içlerinden biri yereyığıldı. Ali hemen yanına yöneldi. Yeniden nefes almaya başladığını görünce de memnuniyetle baş salladı. Talebeler birer birer yığıldı. (s.182 )


''Büyük bir vazifeyi tamamlayan insan ancak ölünce gerçek gücüne erişir. Özellikle de peygamberse. Ben de kendi vazifemi tamamladım ve artık sıra kendimi düşünmeye geldi. Artık başkaları için ölmüş olacak ama kendim için yaşamayı sürdüreceğim. Böylece kurduğum sistemimin  benden sonra nasıl işleyeceğini de görme şansım olacak, Anladınız mı?'' (s.496 )







Şule GÜRBÜZ - Zamanın Farkında






2012 Oğuz Atay Öykü Ödülünü '' Zamanın Farkında'' adlı kitabıyla alan yazar Şule Gürbüz, İ.Ü  Sanat Tarihi ve İspanyol Dili ve Edebiyatı mezunu olup,  Cambridge Üniversitesinde  Felsefe eğitimi de almıştır. Mekanik saat ustası olup, Milli Saraylar Md. de çalışmaktadır.


Bir röportajında hayat felsefesini  ''Okumak, anlamak ve farkına varmak bana yetiyordu'' olarak açıklamıştır.
Şule Gürbüz'e göre saat tamirciliği bir sanat değil, egonuzu paranteze almayı gerektiren, mistik yanı olan bir meslektir. Sabırlı değilseniz, saatler boyunca mekanik saatlerle başbaşa kalmayı göze alamıyor, çok yüksek düşünceleriniz olsa bile, size sadece bir saatçi, bir tamirci gözüyle bakılmasına tahammül edemiyorsanız, bu işi yapamaz, yapsanız bile mutlu olamazsınız demiştir. ( Beşir Ayvazoğlu'nun Zaman Gazetesindeki köşe yazısından alıntı.)

Beni Şule Gürbüz'ün öykülerini okumaya yönelten ise; Türk Edebiyatının benim için en önemli isimlerinden olan ''Oğuz ATAY'' adına verilen ödülü yazarın almasıdır.


******


Kitaptan Alıntılar:



Dersler pek umrumda değildi, arzum, hiç çalışmadan hem yakışıklı, hem gamsız, hem sınıfın en iyisi olmaktı.Tabii, sadece bu kadar değil. Ne olduğumu olduktan sonra  öğreneceğim kadar  göz görmedik birşey olmaktı hayalim. Bana göre hüner, bunları çalışmadan yapmaktı. Çalışanlara acıyor, hatta tiksiniyordum. ''Ridaniye'' diyenden midem bulanıyordu. (s.10 )


Yine gitar çalıyor, bildiğiniz üzere çalıyordum. Yirmi sene Almanya'da çalışıp, yaşayıp da iki kelime Almanca edemeyen insanları pek iyi anlıyorum. Zamanın geçişi hiçbir şey değil; bu şekil bir zaman bir şey değil. Zaman ben hayal kurarken geçiyor, hayal içinde geçiyordu. Uyandığımda ben, yine o hayal kurmaya hazırlanan, daha iyisini, daha yükseğini, daha uzun ve süreklisini kurmaya hazırlanandım. Zaman beni değiştiremezdi ki, zaman, ona ayak uyduranı değiştirir. Ben ne müddettir hayal kurduğumu bile bilmiyorum. (s.23-Müzik Hocası adlı öyküden )


Yıllar çabucak, pek de iz bırakmadan, daha önemlisi bir şeye yetişecekmiş gibi ezerek de değil yalnızca, geçiverdi. Leyla'nın onüç yaşında iken yüzyıllar var sandığı yirmi iki- yirmi üç yaşı geldi de, geçti. Hem de evlenmeyi, istediği kadar çocuk sahibi olmayı aklından geçireceği birisi ile karşılaşmadan, Paul Newman'a uzaktan yakından benzeyeni bile görmeden, Çetin Tekindor sesli birisi ile hiç konuşmadan. (s.108-Mezarlıktan Geçiş adlı öyküden )