31 Ocak 2014 Cuma

Patrick McCABE - Kasap Çırağı





İrlanda Edebiyatının önemli eserlerinden biri diye nitelenen Kasap Çırağı, 1997 de Küçük Kasap adıyla sinemaya da aktarılmış. Filmini izlemedim, herhalde izleyemem de!

Okuduktan sonra etkisinden hemen çıkamayacağınız türde bir kitap, sürükleyici ama bir o kadar da kasvetli, daraldım resmen! Kitabın arka kapağındaki yorumlardan birinde ''Oldukça komik olmasının yanında yürek parçalayıcı bir hüznü de barındıran görkemli bir roman...'' denmiş! İnanın kitapta komik hiç  bir şey yok.

Babası alkolik, annesi psikolojik sorunları olup, daha sonra intihar eden, işçi sınıfından bir ailenin çocuğu olan Francie Bradly, küçük bir kasabada yaşamaktadır. O ailede doğmakla  zaten yaşama  yenik başlayan Francie'nin öyküsü de iç açıcı olmayacaktır doğal olarak. Kasabada yaşayanlardan Bayan Nugent'ın Francie'yi ve ailesini aşağılamasının bedeli ağır olur.

Edebi açıdan başarılı ama konusu itibariyle hüzünlü, iç daraltıcı bu romanı, ''içim daralabilir, sakıncası yok'' diyenler okusun bence!


******


Kitaptan Alıntılar :


Bir gün bulvarda kocaman paltosuyla Al Capone gibi yürüyerek babam geldi. Onu görür görmez Öksüzler Yurdu' nun içine Tanrı korkusunu saldığını anladım, Belfast' taki  domuz okulunu hatırlatmıştı ona. paltosunun iç cebine yarım şişe Jameson zulalamıştı, şişenin ağzı görünüyordu. Gözleri bir yerde durmak bilmiyordu, sürekli hareket halindeydiler. Rahiplerin onu aşağıladıklarını hissettiği için. (s. 96 )


Ondan sonra günler hep aynıydı, çiseleyip geçtiler, ne Joe vardı ne de babam, hiçbir şey yoktu. Kafası Dumanlı meselesinden sonra Francie Bradly Artık Kötü Orospu Çocuğunun Teki Değil Diploması için endişe etmeme de gerek kalmamıştı, çünkü beni oradan kolay kolay salmayacaklarını biliyordum, duvarlarda yetişen mantar gibiydim ve duvarların yıkanıp temizlenmesini istiyorlardı. (s.110 )


Ne istiyorsun, dedi Joe bana.
Hayır, öyle demedi. Ne istiyorsun, dedi.
Ona, atlarımıza atlayıp sürelim istedim Joe, eski günlerden ve yüz milyon trilyon dolar kazanırsan ne yapacağından konuşmak istedim Joe, dağlara çıkıp yürüyelim istedim Joe, demek geldi içimden, ama bir anlamı yoktu, kendimi aptal yerine koyacağımı biliyordum, bu yüzden bir şey söylemeden baktım sadece. (s.209 )





28 Ocak 2014 Salı

Andre GİDE - Pastoral Senfoni



Andre GIDE, 1869-1951 yılları arasında yaşamış, Çağdaş Fransız romancılarındandır. 1947 de Nobel Edebiyat Ödülünü almıştır. Türkçeye çevrilen eserleri; Batak, Kalpazanlar, Dar Kapı, Kadınlar Okulu ve Dostoyevski'dir.
Babasının  bir hukuk profesörü, annesinin ise çok zengin bir aileden gelip mezhep değiştirerek sonradan Protestan olması ve aldığı yoğun din eğitiminin de etkisiyle, farklı iki dünya arasında hep ikilemler yaşamıştır.

Gide, yaşadığı din çıkmazını, büyük ölçüde otobiyografik özellikler taşıyan bu eserine yansıtmıştır.
Roman, 94 sayfa ve rahat okunacak sadelikte yazılmış.

Pastoral Senfoni'de, ailesiyle birlikte yaşayan bir papazın kimsesiz ve kör bir kız olan Gertrude'u himayesine alarak eğitmesinin, ailesi, kendisi ve Gertrude üzerindeki etkileri anlatılmıştır. Yaşanan duygusal, ahlaki ve dini etkiler gerçek aşkın ne olduğunu düşünmeye sevk ediyor okuru.

Gide, romanının adıyla Beethoven'ın en önemli eserlerinden biri olan '' Pastoral Senfoni'ye'' de gönderme yapar.


******


Kitaptan Alıntılar:


Müzik aletlerinin senfoninin çalınışında oynadıkları roller bu renk sorunu üzerinde tekrar düşünmemi sağladı. Bakırların, yaylıların ve üflemeli aletlerin çıkardıkları seslerin farklılığına, her birinin kendine göre, değişik yoğunluklarda en tizinden en kalınına bütün sesleri çıkarabildiklerine dikkatini çektim. Doğadaki renkleri de aynı şekilde hayal etmeye davet ettim onu, kırmızı ve turuncu tonlarındaki renklerin boru ve trombonların sesine; sarılar ve yeşillerin kemanların, viyolonsellerin ve basların sesine; mor ve mavi tonların da flüt, obua ve klarnetlerinkine benzediğini söyledim. (s.38 )


Amelie'yi mutlu etmenin tek yolu, onun hoşlanmadığı şeyleri yapmamak,onlardan kendini sürekli olarak mahrum etmektir. Yalnızca bu tür olumsuz sevgi belirtilerini göstermeme izin verir. Bir türlü, hayatımı ne kadar daralttığının farkına varmıyor. Tanrı kısmet etseydi de, benden çok zor bir işi yapmamı isteseydi! Benden isteyeceği en tehlikeli işleri bile ne kadar sevinerek yapacağımı görseydi! (s.44-45 )


Çoğu zaman ondan daha gençmişim gibi hissediyordum kendimi, dün olmadığım kadar genç. Hep şu sözü tekrarlıyordum: ''Eğer küçük çocuklar gibi olmazsanız, göklerdeki krallığa giremezsiniz.'' (S.71 )




Andre GIDE'nin hatırlattığı BEETHOVEN'ın  ''PASTORAL SENFONİSİ'ni'' dinlemek ister misiniz?








25 Ocak 2014 Cumartesi

Murat MENTEŞ - Ruhi Mücerret




1974 İstanbul doğumlu Murat MENTEŞ, Korkma Ben Varım adlı romanıyla 2009 Türk Yazarlar Birliği roman ödülünü almıştır. Dublörün Dilemması adlı romanı da vardır. Son yıllarda popüler olan yazar, afillifilintalar.com. da da yazmaya devam etmektedir.

Fantastik, mizah tarzındaki romanlarında ortalama yüz başlık altında yazan M.Menteş'in roman kahramanlarının adları da ilginçtir. 

Ruhi Mücerret, yüz yaşında, evinde çiçek bakan, güvercinlere yem atan, camiye giden, yaşayan son İstiklal Savaşı gazisi olarak şehirlerin düşman işgalinden kurtuluş günleri kutlamalarında tüm yurttaki törenlere giden çılgın düşünceli bir yaşlı adam. Hatırını kıramayacağı bir dostunun, ölüm döşeğinde tanımadığı bir kişiyi öldürmesini istemesi üzerine yaşadığı olaylar anlatılır romanda.

Mizah yapmak, yazmak zeka gerektiren bir şey bence. Murat Menteş'te her ne kadar kendini sıradışı bir yazar olarak görmese de, yazdıkları gerçekten sıradışı.

Kitap, 318 sayfa, April Yayıncılık tarafından Mart 2013'te yayımlanmış, elimdeki ise Ağustos'ta yayımlanan 6. baskısı.

Yeni yazarlarla tanışmakta çekimser olanlara özellikle sesleniyorum; Ruhi Mücerret'i okuyun, beğeneceksiniz.



Kitaptan Alıntılar:


Akranım olan iki zat dehşetli kavgaya tutuşmuş. Güçleri yettiğince, birbirlerine vurmuşlar, ağır cisimleri fırlatmışlar. İkisi de yaralı, kan revan içinde. Tutuklanıyorlar. Komiser soruyor: ''Problem neydi, niye dövüştünüz?''
İhtiyarlardan ikisi de hatırlayamıyor. Sıfır. Tamamen unutmuşlar.
Bu olayı televizyonda mı izledim, rüyada mı gördüm, yoksa bizzat yaşadım mı hatırlayamıyorum. (s.48 )


.Öğle ezanının okunmasına 10 saniye..Caminin bahçesindeki banklardan birinde oturuyorum. Yanımda, Avni Vav. Metalik mavi gözleri ve gümüş kablo yumağına benzeyen sakallarıyla melek ve robot karışımı bir ihtiyar.
Cami, terminal gibidir. Cemaatin, çoğunluğu teşkil eden yaşlı üyeleri, öbür dünyaya gitmek üzere burada her gün 4-5 defa toplanır. Fakat camide daima rötar vardır. Ecel, beklendiği yere bile davetsiz misafir sıfatıyla gelir. (s.64 )


Buz kesmiş çimlerde sırtüstü yatıyordum. Uzaydan görülebilecek büyüklükte bir kan lekesinin ortasında. Etraf ıssızlaşmıştı. Uçuşan kar taneleri, patlamış mısır iriliğindeydi. araba çarpmış kardan adama benziyordum. Tatlı bir uyuşukluğa kapılmıştım. Uyku bastırıyordu. Ölmek, zannettiğimden çok daha kolaymış. Nihayet... (s.143)




22 Ocak 2014 Çarşamba

Jose SARAMAGO - Çatıdaki Pencere



Jose SARAMAGO hayranı olarak daha önce bloğumda ''Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş'' ve ''Bütün İsimler'' adlı romanlarını paylaşmıştım.
Jose Saramago'nun biyografisinin tekrarını yapmadan, Nobel Ödüllü Portekiz yazar olduğunu hatırlatayım.
Ben kitapların ''önsöz'' lerini okumaktan sıkılan okuyuculardanım! Ama  bu önyargım Çatıdaki Pencere ile cidden sarsıldı. Aslında önsözden çok yazarın eşi Pilar tarafından yapılan açıklama demek daha doğru sanırım.

'' Zaman İçinde Kaybolan Ve Bulunan Kitap''

Saramago, ilk romanı Çatıdaki Pencere'yi  1940-1950'li yıllarda yazarak yayınevine vermiş ancak yayınevi tarafından yayımlamayacaklarına dair kendisine bir cevap dahi verilmemiştir. 

1953 yılında yayınevine teslim edilen eser için 1989 yılında -tabii artık J.Saramago ünlü bir yazardır.- yayınevi şöyle bir cevap yazmıştır (!)
'' Taşınma sırasında bulduğumuz bu metni yayımlamak yayınevimize büyük onur verecektir.'' 

Otuzaltı yıl sonra gelen cevap da  yazarlığının ilk yıllarındaki hayal kırıklığını unutamayan yazar tarafından red edilmiştir.
Yazarın yaşarken basılmasına izin vermediği ilk eseri, ölümünden sonra eşinin izniyle yayımlanmıştır.
Çatıdaki Pencere'de,  aynı binada oturan ailelerin farklı yaşamları, farklı hikayeleri o günün ahlaki anlayışa  göre anlatılmıştır. İlk roman olmasına rağmen, kurgusu da yazarın anlatımı da güzel.

Ben, Saramago alışveriş listesi yazsa bile tutkuyla okuyacak kadar çok seviyorum yazarı ancak  '' Çatıdaki Pencere'yi'' mutlaka okuyun diyemem, Saramago seven ve onu daha iyi tanımak isteyenler okusun bence.
Ama iyi bir okurun mutlaka ''Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş'u'' okumasını ısrarla tavsiye ediyorum.

Bu tanıtımımda kitabın içeriğinden değil, kitabın yayımlanma hikayesinden bahsetmek daha ilginç değil miydi?


Kitaptan Alıntılar:


''Büyüyünce mutlu olmak isteyeceksin. Şu anda mutluluğu düşünmüyorsun ve tam da bu nedenle mutlusun. Düşününce, mutlu olmak isteyince, mutlu olamazsın. Sonsuza dek. Mutlu olma arzun ne kadar güçlüyse, o denli mutsuz olacaksın. Mutluluk fethedilen bir şey değildir. Sana öyle olduğunu söyleyecekler. İnanma buna. Mutluluk vardır ya da yoktur.'' (s.90 )


Bana kalırsa yaşam bir perdenin arkasına gizlenmiş, onu tanımak için gösterdiğimiz çabaya kahkahalarla gülüyor. Ben yaşamı tanımak istiyorum. (s.106 )


Göğsüne yaslanmış oğluyla, Emilio şimdiki yaşamının kısalığını gördü, geçmiş yaşamının kısalığını hatırladı. Geleceğe gelince...onu kollarında tutuyordu, ama bu onun geleceği değildi. (s.178)


Yaş önemlidir, beraberinde deneyimi getirir, evet, ama yorgunluğu da getirir. (s.305 )


Sevgi üzerine bir şeyler inşa edebilmenin mümkün olacağı gün henüz gelmedi. (s.306 )

20 Ocak 2014 Pazartesi

Tuna KİREMİTÇİ - A.Ş.K. neyin kısaltması?



Tuna Kiremitçi, 1973 Eskişehir doğumlu. 1994 yılında Yaşar Nabi Nayır Şiir Ödülünü kazanmış, iki şiir kitabı yayımlanmışsa da, ilk romanı '' Git Kendini Çok Sevdirmeden''  ile büyük yankı uyandırmıştır.

Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi'nde sinema eğitimi görmüş, senaryo ve köşe yazarlığı da yapmıştır.

A.Ş.K. neyin kısaltması, sıkılmadan, bir çırpıda okunacak türde bir kitap.
Şu aralar kitap okuyamıyorum, rahat okuyabileceğim  bir kitap bulup okusam diyenlere, Tuna Kiremitçi'yi daha yakından tanımak isteyenlere okumalarını öneriyorum.
Yazarın aşka, dostluğa, baba olmaya, hüzne, ayrılığa...dair yazdıkları var kitapta.

Kitaptaki bazı başlıklar;
 Erkekler Çiçektir, Eskimek Güzeldir, Bir Nihavent Sarhoşluk, 68 Kuşağı'na Küçük Bir Mektup, Bir Erkeği Taşımak, O Meşhur On Beş Dakika...
2005 yılında, Doğan Kitap tarafından yayımlanmış, 191 sayfa.


******


Kitaptan Alıntılar:


İnancımız olsa da olmasa da, yerini başka sözle dolduramadığımız bazı kalıplar vardır.
Mesela, tuhaf bir rüyadan uyandığımızda ''Hayırdır inşallah'' deriz. Bunu söylerken ifade etmek istediğimiz şeyin ''dünyevi'' bir karşılığı tam olarak yoktur çünkü.
''İnşallah'' yerine ''umarım'' dediğimiz zaman ilk sözcüğün içerdiği anlama az biraz yaklaşsak da arada hep bir boşluk kalır. Laikizdir laik olmasına; ama ilk sözcük bir şömine sıcaklığını çağrıştırır nedense, ikincisi floresan mavisi yayar. ( Dualar Kalıcıdır s.9 )


Aşk ile yazı arasında eski bir ilişki var, sırlarına varamadığımız. Aşk yazıya dönüştüğünde derinleşiyor, bir boyut daha ediniyor. Yazarken ruhumuzun aşka ait olduğunu, kalem tutan elimizin onun sayesinde kıpırdadığını hissediyoruz.
Aslında yazıya dönüşünce evcilleşiyor her şey. Yenilmez bir hüzün bile kağıt üstünde taşımıyor eski gücünü.
Bunun tek istisnası aşk belki de.
Onu ne kadar yazarsak yazalım, şiddetinden bir şey kaybetmiyor. Harflerimizle beslenip gürbüzleşiyor adeta.
Yazdığımız zaman kadınların saçları daha uzun ve daha siyah oluyor birden. ( İşaret Fişekleri s.33 )


Kendilerine ait bir evleri olsun, orada kendi dünyaları nefes alıp versin isterler. Seçilmiş bir yalnızlıktır bu.
Gezegeni dev bir orman gibi düşünecek olursak küçük bir kovuk, bir okyanus gibi düşünecek olursak tertemiz bir ada, lunapark diyecek olursak tek kişilik ve sağlam bir çarpışan arabadır aradıkları. (Bazı Kızlar Yalnız Yaşar s.49 )



15 Ocak 2014 Çarşamba

Hıfzı TOPUZ - Hava Kurşun Gibi Ağır (Nazım Hikmet'in Romanı)


Doğum günü anısına Nazım Hikmet'in yaşamını çok güzel anlatan bir kitabı tanıtmak istedim. 
Hava Kurşun Gibi Ağır, Hıfzı Topuz'un 2011 de yayımlanan romanı. Çok güzel, samimi anlatımlı bir biyografik eser. 

Roman, Nazım'ın Galatasaray Lisesi'nde okurken, arkadaşı Vala ile birlikte 1920 de   İstanbul işgal altındayken, İstanbul'dan Anadolu'ya, İnebolu'ya, devamında Tiflis'e, Moskova'ya gitmesiyle başlıyor.

Kitapta Nazım'ın edebi yönü, şiirleri değil, ailesiyle dostlarıyla, arkadaşlarıyla olan ilişkileri, yurt özlemi, İstanbul, Çankırı, Bursa cezaevinde geçen toplam on iki yılı, parasız günleri, aşkları öyle güzel anlatılmış ki...

Kitabı okuduktan sonra Nazım'ı daha iyi anladığımı, daha yakın olduğumu hissetmiştim. Cezaevindeyken bile para kazanıp eşine bakma sorumluluğunu sürdürmesi de etkilemişti beni.
 Hıfzı Topuz romanlarını okumayı oldum olası severim, sizlere de öneriyorum. Hıfzı Topuz kitaplarının bir özelliği de, keyifle okurken farkında olmadan pek çok bilgi de belleğimize aktarılır.

 Hıfzı Topuz'un Nazım'ı ve dostlarını tanımış olması, romanın içinde Nazım'ın fotoğraflarının da bulunması romanın başka güzel yanı.

15 Ocak Nazım Hikmet'in doğum günü, iyi ki doğmuş, iyi ki bizlere o güzel şiirlerini bırakmış.


******


Kitaptan Alıntılar:


Nazım o günlerde annesine ve babasına sürekli mektup yollamaktan da geri kalmıyordu. Annesine yolladığı bir mektupta şunları yazıyordu:

Talih bizi çok uzaklara attı.Ben Anadolu'nun bir köşesinde, sen Avrupa'nın bir köşesinde, aramızda karlı dağlar ve denizler var. Fakat her vakit seninle dolu ve her vakit yanındayım.Burada muntazam bir hayat geçiriyorum. Biz Vala ile birlikteyiz. Üç odalı güzel bir evimiz var. Ben Bolu Sultanisi'ne (lisesine)  muallim oldum. Evimiz mektebe gayet yakın..... (s.37 )



Mahkumlar boş zamanlarında tavla, iskambil ve domino oynuyordu. Nazım 32 yaşında olduğu halde çevresindeki bütün tutukluların ağabeyi durumundaydı. hepsiyle ayrı ayrı ilgileniyor, onlara öğütler veriyor, eline para geçtiği zaman da yardım ediyordu. Komünistlikten tutuklular arasında böylece bir tür  komün topluluğu oluşmuştu. 
Öteki tutuklular genelde yoksuldu. Nazım telif ücretlerini ve dostlarından gelen paraları da onlarla bölüşüyordu. (s.93-94 )


Nazım hemen mutfağa giderek çayı hazıradı. Çay demlenirken, kadınlar raflardaki bibloları, oyuncakları, resimleri izlemeye koyuldular. Neler yoktu bu salonda, kızlar hayran oldu. Nazım Hikmet onlar için ne kadar ilginç bir sanatçıydı. Hiç böyle çok yönlü bir sanatçı görmemişlerdi. Nazım elinde tepsiyle salona girince bütün gözler kendisine çevrildi. Ama o, gözlerini Vera'dan hiç ayıramıyordu. Büyülenmiş gibiydi. (s.258 )


12 Ocak 2014 Pazar

Michael ENDE - Momo




Michael ENDE, 1929-1995 yılları arasında yaşamıştır. Fantezi romanı ''Bitmeyecek Öykü'' de, daha sonra yazdığı ''Momo'' da, uluslararası en çok satanlar listesinde yer almış, otuzdan fazla dile çevrilmiştir. Alman yazar, oyun, skeç yazarlığı ve aktörlük de yapmıştır.

Momo, Avrupa Gençlik Kitap Ödülü Şeref Listesinde yer almış, çocuk, genç ve kendini -çocuk ya da genç - hisseden herkesin severek bir solukta okuyacağı türde bir kitap.

Kitabın kahramanı Momo on iki yaşında, anne ve babası olmayıp yalnız yaşayan bir kız çocuğudur. En önemli özelliği ise, ''insanları dinlemesidir.''  
Çevresindeki insanlarla sevgiye, paylaşıma dayalı ilişkileri çok güzel iken, düzeni bozup, insanların  ''zamanını çalan'' duman adamlar kenti, insanları ele geçirir.
Momo, Hora Usta ve kaplumbağa Kassiopeia ile birlikte zamanları çalınarak adeta robot haline getirilen insanlara zamanlarını iade etmeyi başarıyor.

 Modern çağın insanları zamansızlaştırması, kısırdöngü içinde mutsuz etmesi ne güzel anlatılmış. Aman ''duman adamlara'' dikkat!

Sevgiden, paylaşımdan yoksun dünya neye yarar ki...

Romanın her yaşa hitap etmesi en güzel yanı, 303 sayfa ve sürükleyici, Kabalcı Yayıncılık tarafından yayımlanmış, içindeki çizimler çok hoşuma gitti.
Okumaktan mutlu olacaksınız, benden söylemesi!


Kitaptan Alıntılar:


Üzerine rengarenk yamalı ve topuklarına kadar uzanan bir etek geçirmiş, sırtındaki bol ve eski erkek ceketinin uzun gelen kol uçlarını tersine kıvırmıştı. Büyüyünce de giyeceğini düşünerek ceketin kollarını kesip kısaltmamıştı. Hem böyle bir sürü cebi olan kullanışlı bir ceketi bir daha bulabilecek miydi bakalım?
Tiyatro yıkıntısının tam sahne altına gelen yerinde duvardaki deliklerden içlerine girilebilen birkaç yıkık oda vardı. Momo işte buraya yerleşmişti. (s.14 )


Bu duman renkli adamlar duman renkli şık otomobillerle geziyor, her yere girip çıkıyor, her lokantada oturuyor ve ellerindeki küçük not defterlerine sık sık bir şeyler yazıyorlardı.
Örümcek ağı renginde gri elbiseler giyinen bu adamların suratları bile soluk kül rengiydi. Başlarında daima yuvarlak melon şapkaları, ellerinde daima kül rengi sigaraları vardı. Hepsi de kurşuni gri renkte bir evrek çantası taşıyordu. (s.47 )


Günlük yaşam içinde çok büyük bir sır vardır. Herkesin bunda bir payı bulunur ve herkes onu bilir, ama pek az kimse bu konuya kafa yorar. Çoğu kimse onu olduğu gibi benimser ve ona asla şaşırmaz. Bu büyük sır zamandır.
Onu ölçmek için saatler ve takvimler yapılmıştır, ama bunlar hiçbir şey ifade etmez. Herkes çok iyi bilir ki, bazen bir saatlik süre insana ömür kadar uzun gelirken, bazen de göz açıp kapayıncaya kadar geçip gider. Zamanın bu garip kısalığı uzunluğu, o saat içinde yaşanan olaylara bağlıdır. Çünkü zaman, yaşamın kendisidir. Ve yaşamın yeri yürektir. (s.65 )


Bazı günler tek başına taş basamaklarda oturup içinden geldiğince konuşup şarkılar söylediği de oluyordu. Ama onu yıpranmış taşlardan, ağaçlardan ve kuşlardan başka duyan olmuyordu.
Çeşit çeşit yalnızlık vardır. Momo'nunki çok az kişinin bildiği ve çok az kişinin dayanabileceği bir yalnızlıktı.
Kendisini bir hazinenin içine kilitlemişler ve hazine her gün çoğala çoğala sonunda onu boğacakmış gibi geliyordu. (s.239 )




10 Ocak 2014 Cuma

Zülfü LİVANELİ - Serenad



Daha önce Zülfü Livaneli'nin ''Bir Kedi, Bir Adam ve Bir Ölüm'' adlı romanını paylaşmış, henüz Serenad'ı okumadığımı belirtmiştim. Okur okumaz sizlerle paylaşmak istedim.

Zülfü Livaneli'yi hepimiz tanıyoruz ama bilmediğimiz yönlerini de öğrenelim, hatırlayalım;

Zülfü LİVANELİ' yi  müzisyen, politikacı, yönetmen ve yazar olarak tanıyoruz. Siyasi nedenlerle 1972'de İsveç'e gitmiş, Stockholm'de bir yıl müzik eğitimi görmüş, uzun yıllar İsveç'te yaşamıştır.

Halen Vatan Gazetesinde köşe yazarlığı yapmakta, Unesco kültür elçiliği görevine de devam etmektedir.

Yazar,  müzik, ededbiyat,sinema dallarında pek çok ödül almıştır. Bazıları;

1997'de ''Engereğin Gözündeki Kamaşma'' ile Balkan Edebiyat Ödülü,
2001'de ''Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm'' ile Yunus Nadi Roman Ödülü'dür.

Serenad'a sadece bir aşk romanı demek onu basite indirgemek olur. Ciddi araştırmalar yapılıp, tarihi gerçeklerle birlikte yazıldığı okuyucu tarafından kolaylıkla anlaşılıyor.

Alman asıllı Amerika'lı profesör Maxmilian Wagner, 1930'lu yıllarda İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde öğretim görevlisi olarak çalışmış, iki yıl çalıştıktan sonra sınırdışı edilmiştir.

 Romanda, profesörün ayrıldıktan 60 yıl sonra İstanbul'a dönüşü anlatılırken, Yahudi asıllı eşi Nadia'nın Romanya'dan kaçarken bindiği Struma adlı gemide diğer Yahudilerle birlikte ölüme terk edilişini, profesörün yıllar sonra anılarını paylaştığı Üniversite görevlisi Maya Duran'la paylaşımlarının Maya'nın hayatındaki bilinmeyenleri de ortaya çıkarmasını, okurun ''Mavi Alay'', ''Struma'' ve o dönemin gerçekleriyle yüzleşmesini sağlıyor.

 Serenad  hüzünlü,etkileyici bir roman.
 Yaşanmış gerçekleri Zülfü Livaneli'nin güzel anlatımıyla okumak isteyenlere öneriyorum...



******


Kitaptan Alıntılar::


Anlaşılan, Yahudiler Romanya'da Naziler tarafından kitleler halinde öldürülürken, yakılırken, kasap çengellerine asılırken, bir yandan da rüşvet çarkları dönüyordu. Birilerinin aracılığı ve ödenen paralar sonunda bazı kurbanların kurtulmasına izin veriliyordu. Ama nasıl kurtulacaklardı? hangi yolla gideceklerdi?
Struma gemisi işte bu konuyla ilgiliydi. (s.219 )


Başımı çevirip Boğaz manzarasına bakarak daldım. Nedense bu üç kadın birbirine karışmıştı kafamda. Hepsini bir arada, sanki tanışıyorlar, konuşuyorlar gibi düşünüyordum. Nadia Mavi Alay'daydı, anneannemle beraber Kızılçakçak Gölü'ne atlıyordu. Babaannem Struma'daydı. Üç ayrı din, üç ayrı kadın ama ortak kaderler.
Okulda İbni Haldun'un bir sözünü öğretmişlerdi, yıllarca unutamamıştım. ''Coğrafya kaderdir.'' İşte bu üç kadının kaderi de doğdukları coğrafyaya ve zamana göre çizilmişti. (s.267 )


Müziğin bazı insanları, diğerlerinden daha fazla heyecanlandırdığı, daha fazla etkilediği üzerinde durdular. Kreutzer Sonat yazarı Tolstoy'un, çalışırken ve bazı hassas dönemlerinde müzik dinleyemediğini konuştular. Büyük yazar müzikten çok etkilendiği için, duygularının fırtınaya tutulmuş bir yaprak gibi olduğunu, varlığının en temelden sarsıldığını söylüyor, bu yüzden müzik dinleyemiyordu.
Max, arkadaşlarına, Nadia'nın da o insanlardan birisi olduğunu söyledi. Müziği  bizler gibi ''güzel sesler'' olarak algılayamıyordu o. Varoluşu temelden sarsılıyordu.
Çalışmadan sonra dağılırlarken, Max, arkadaşlarına kararını açıkladı: Nadia için bir serenad besteleyecekti. (s.277)


Başlarda gemiye resmi görevlilerden başka kimsenin çıkmasına izin verilmemişti. Bir süre sonra İstanbul Yahudi Cemaati gemidekilere yardım etmek için izin almayı başardı. Motoru karaya alıp tamir ettirmeye başladılar. Bu arada gemiye gidip gelirken, oradaki insanlara yiyecek ve ilaç da götürüyorlardı. (s.316 )

6 Ocak 2014 Pazartesi

Murathan MUNGAN - Kibrit Çöpleri




- Takribi ve Vasati Kıpkısa Öyküler -

 Murathan MUNGAN 1955 İstanbul doğumlu, A.Ünv. DTCF Tiyatro Bölümü mezunu. Şiir, hikaye, roman, deneme, oyun, senaryolar yazmış üretken bir yazar.
Yıllar önce ''Yüksek Topuklar'' adlı romanını okumuştum. Daha sonra da 2009 da yayınlanan ''Eldivenler, Hikayeler'' i.

Kibrit Çöpleri 2011 de yayınlanmış. Kibrit Çöpleri başlığının altında belirtildiği gibi, ''kıpkısa öykülerden'' oluşuyor kitap. Bir sayfa, bazen yarım sayfa gibi.
 Kıpkısa öyküler okumak güzeldi, sıkılmıyorsunuz, dikkatiniz bile dağılamıyor! Ama üst üste iki öykü kitabı tanıttığım için, bundan sonra bir roman okurum artık! 

Siz de romanı tercih edip öykü okumayanlardansanız, kibrit çöpleriyle öykü dünyasına rahat, keyifli bir geçiş yapabilirsiniz.

Murathan Mungan'ın anlatımı akıcı, öyküler çok çeşitli... Hoşunuza gideceğini tahmin ediyorum.


******


Kitaptan Alıntılar :


Sabahın yedi buçuğunda ne var bu kadar mutlu olacak?
Sabahları aksi nobran uyanan kişiler için en büyük mutsuzluklardan biri, yanı başlarında güne böyle ışıl ışıl başlayan insanların varlığıdır. Bazı insanların sabaha alışması, hayata hazırlanası zaman alırken, diğerleri neredeyse bir konserve açacağının tekbir hareketiyle hayata ve güne hazır uyanırlar.
Her şeye karşın birlikte uyanmanın ikisine de mutluluk verdiği zamanlar bittiğinde, gün de hayat da aynı başlamaz artık. Bundan böyle kendi kendileriyle olduklarını en çok sabahları anlarlar. (Sabaha Uyanmak adlı öyküden. s. 12 )


Baba-oğul olarak hayatımız, babamın her şeyi çok fazla ciddiye alan haliyle, benim hiçbir şeyi ciddiye almayan halim arasında geçti. Daha doğrusu geçemedi. Bu iki halin birbiriyle geçinemezliği nedeniyle geçemedi. Onun hayatında gırgır ne kadar eksikse, benimkinde de o kadar fazlaydı. İkisinin ortası ancak sonu mutlu biten Amerikan filmlerimde bulunur. Bizde bulunmuyordu. Bilirsiniz, o filmlerde karekterler zamana yayılan nice çatışmanın içinden geçerek birbirlerine doğru adım adım ilerler ve sonunda ortada bir noktada buluşup kucaklaşırlar. Benim babamsa Amerikalı değil, Tekirdağlı'ydı ve günün birinde kendisine yakışır bir ciddiyet içinde kalpten öldü. ( Baba-oğul adlı öyküden. s. 20 )


Adını Tamara koymuş babası. Daha çok zamanın dansözleri arasında popüler olan bir admış bu. Babasının hatırasına gösterdiği hürmet gereği sonraki yıllarda da adını değiştirmemişti. Aslında aile çok sonra öğrenmiş, babanın bir zamanlar Tamara adlı bir dansöze deli gibi vurulup onun hatırasını kızında yaşatmak istediğini, ama iş işten geçmiş, kızcağız ilkokulu bitirip ortaokula başlamış bile. Ona söylememişler taşıdığı adın bu yanık hikayesini; öğrenmesi çok sonradır. ( Kayıtsız adlı öyküden. s.45 )


''Sinema neden aşk haline gelir biliyor musun?'' dedi adam, ''Çünkü o da tıpkı aşk gibi, insan gözünün bir aldanışı üzerine kurulmuştur. hayal olduğunu bildiğin perdeye inanırsın bütün kalbinle...İnsan öncelikle bir aldanışa aşık olur, sonra o aldanıştan bir hakikat yapmaya çalışır hayatına...Bazı filmler çabuk biter.'' (Sinema ve Aşk adlı öyküden. s. 56 )





3 Ocak 2014 Cuma

Ayşe SARISAYIN - Yorgun Anılar Zamanı






Ayşe SARISAYIN 1957 İstanbul doğumlu olup, Denizler Dört Duvar adlı öykü kitabıyla 2004 Yunus Nadi Öykü Ödülü'nü, Yorgun Anılar Zamanı ile de Sait Faik Hikaye Armağanı'nı kazanmıştır.

Babası Behçet Necatigil'in çeviri şiirlerini, aile mektuplarını yayına hazırlamıştır. Yazarın yine babasına ilişkin anıların yer aldığı Çok Şey Yarım Hala adlı kitabı da vardır.

Yorgun Anılar Zamanı'nı severek okudum.
 Hani bazı kitaplar vardır  ya, sizi yormaz, rahat okur, keyiflenirsiniz. İşte Yorgun Anılar Zamanı da öyle. Çocukluk yıllarıma gidip tebessüm ettiğim de oldu okurken.

 Beş öykü ve beş tanede Yalnızlık Çeşitlemeleri başlığındakiler var.
Yalın ve akıcı öyküleri okumanızı öneriyorum...


******


Kitaptan Alıntılar:


Yeni evimin, özgürlüğümün, kimseye hesap vermeden yaşamanın coşkusuyla çabucak geçiverdi o yaz. Uzun yaz gecelerinde sıkışık binaların, iç içe yapıların iyice daralttığı sokaktan bunalıp ''nohut oda- bakla sofa'' evimize sığamadığımızda deniz kıyılarına kaçarak serserilik yaptık.  Teknelerde balık ekmek yedik, sokaklarda bira içip şarkılar söyledik yorulana dek. Uykusuz gecelerin sabahlarını ekmekçi ve atıyla birlikte karşıladık. Ne onların yorgunluğunu, ne de yazın bittiğini algılayamayacak kadar gençtik, çok umutluyduk.(Atları da Vururlar adlı öyküden. s.29 )


Tanıştık ayaküstü, ama birbirimizi tanıdık mı gerçekten? Tanımaya gerek yoktu ki ateş böcekleri yanıp sönerken! Nasıl da aydınlıktı her yer! Ne zaman karardı çevre, kopuşumuz nasıl başladı? İşsizlik, parasızlık, yeniden tren hattının arka tarafına dönmek, yoksulluğun sınırında yaşamak... Farkına bile varmadan, yavaş yavaş tüketti ateşböceklerinin ışığını. Güçsüzdük, başa çıkamadık yaşamla, birbirimizle kenetlenemedik, sırtımızı döndük iki düşman gibi. Karanlıkta bana doğru uzanan ellerini ne zaman hırsla ittim ilk kez? ( İki Ters, İki Yüz adlı öyküden. s.40 )


''Babamın öldüğü yaşı çoktan geçtim, bekliyorum ne zamandır. Ancak bu bekleyişten bunalmadım.
Kendimle barıştım, geç de olsa. savaşacak hiç kimse yok ki karşımda! Aslında hiç bir zaman da olmamıştı galiba.Kendimizle savaşıp durduk, başkalarıyla savaştığımızı sanırken...Yaşamın sonuna yaklaştıkça daha iyi anlıyorsun.'' (Maçka Palas adlı öyküden. s.58 )


Yatak odasına girdiğinde sinirden titriyordu Muzaffer Hanım. Bıkmıştı bu adamın huysuzluklarından! yıllardır her an bir olay çıkacak korkusuyla yaşamaktan yorulmuştu artık Kendini korumanın yollarını öğrenmişti elbette; lafı değiştirmek, duymamazlığa gelmek ya da üste çıkmak  işe yarıyordu ara sıra . Yine de ter içnde kalmıştı sıkıntıdan. (Bugün Günleren Ne adlı öyküden. s. 85 )



1 Ocak 2014 Çarşamba

John FOWLES - Koleksiyoncu




Nihayet John Fowles okuyabildim!

Bundan birkaç ay önce yazarın ünlü kitabı ''Büyücü'''yü ısrarla okumaya çalışmış ama kitabın üçte biri kadarını okuyup pes etmiştim. Her iki kitap da Ayrıntı Yayınları tarafından basılmış ama Büyücü  o kadar küçük puntoyla yazılmıştı ki; gözlük ve büyüteç kullanmama rağmen yediyüzküsur sayfalık romanı okuyamamıştım. Bu ön bilgiyi gözlerine güvenenler için verdim ki, o muhteşem roman da okunmalı!

John FOWLES (1926-2005) yılları arasında yaşamış ünlü bir İngiliz yazar. Koleksiyoncu ilk romanı olup, bu romanı ile ünlenmiştir. Yazar romanlarında mit ve gizemi varoluşçuluk, gerçekçilikle  birleştirmiştir.
Anlatımı güçlü, roman karekterleri de çok inandırıcı gerçekten.

Koleksiyoncu, yirmibir yaşına henüz girmiş, Vergi Dairesinde çalışan, halası ve eniştesi tarafından büyütülmüş ve  müşterek bahisten yüklü bir para kazanınca, dünyasını değiştirmeye karar veren biri.

 Uzaktan takip edip aşık olduğu resim öğrencisi Miranda'yı kaçırarak onu tutsak eder. Aralarında kültürel ve sosyal sınıf farkını lehine kullanmaya çalışan  Miranda'nın tutsaklığı ve  kelebek koleksiyoncusu Ferdinand'ın arasındaki olaylar, bir psikolojik gerilim romanından çok daha öte. 

Fowles'ın anlatımı çok çarpıcı. Okuyan herkese farklı şeyler düşündürteceğine inanıyorum. Kitabın açık özetini yazmayacağım gibi, sonunu da açıklamayacağım ama sonunun da bende şok etkisi yarattığını söylemeden edemeyeceğim.

Bazı kitaplar herkes tarafından okunmayı hak ediyor, Koleksiyoncu'da  öyle...


******


Kitaptan Alıntılar:


Olmasını istediği kişi benden farklıydı, asla olamayacağım biri. Örneğin, resim toplayabileceğimi söylediği gece epeyce kafa yordum, kendimi resim koleksiyonu yaparken düşledim, insanların onları görmek için geldikleri, resimlerin duvarları süslediği kocaman bir evin sahibi olarak. Miranda'da oradaydı tabii ki. Ama bunun aptalca olduğunun da farkındaydım; asla kelebekten başka bir şey biriktiremezdim. (s.76 )


Beni deli ediyor, bana çevresinde dans etmek, keyfini kaçırmak, serseme çevirmek, şaşırtmak arzusu veriyor. Öylesine yavaş kavrıyor, imgelemi öylesine zayıf, öylesine cansız ki. Bembeyaz, çinko asit boyası gibi. Üzerimde bir çeşit zorbaca hüküm sürdüğünün farkındayım. Beni değişkenliğe, rol yapmaya, hava atmaya zorluyor. Zayıf insanların tiskindirici zorbalığı. ( s.123 )


Sıra sıra kelebekler arasındaki bir örnekten başka bir şey değilim. Hizayı bozduğum zaman bana kin besliyor. Ölü olmam gerekiyor; iğnelenmiş, hiç değişmeyen, sürekli güzel. Güzelliğimin kısmen canlı olmamdan kaynaklandığını biliyor, ama ölü beni istiyor. Beni canlı ama ölü arzuluyor.  (s.194 )


Eğitimsiz ve cahilden nefret ediyorum. Kendini beğenmişten ve sahteden nefret ediyorum. Kıskançtan ve kızgından nefret ediyorum. Kabadan, sıradandan ve alçaktan nefret ediyorum. Kalın kafalı ve küçük olmaktan utanç duymayan  bütün kalın kafalı ve küçük insanlardan nefret ediyorum. G.P.'nin Yeni Kitle dediği insanlardan, arabaları, paraları, TV'leri, aptal bayağılıkları ve aptal, yaltakçı, burjuva bozuntusu sonradan görmelikleriyle bu yeni sınıftan nefret ediyorum.
Dürüstlüğü ve özgürlüğü ve eli açıklığı seviyorum. yaratmayı seviyorum, yapmayı seviyorum. Dolu dolu yaşamayı seviyorum, oturmayan, seyretmeyen, kopya çekmeyen ve yüreği ölmemiş olan her şeyi seviyorum. (s.197 )