12 Mart 2014 Çarşamba

Jerzy KOSINSKI - Boyalı Kuş






1965 yılında yazıldığı tarihten beri Dünya Edebiyatının tartışılan kitaplarından biridir Boyalı Kuş.

Otobiyografik özellikler taşıyan romanda Polonya doğumlu yazar Jerzy Kosinski'nin küçük bir çocukken II.Dünya Savaşı'nın çıkması üzerine güvenliği için doğuda, uzak bir köye, yaşlı bir kadının yanına ailesi tarafından gönderilmesiyle birlikte yaşadıkları konu edilmiştir.

Roman, küçük bir çocuğun ağızından II. Dünya Savaşı boyunca yaşadıklarının anlatılmasıdır. Bakmak üzere gönderildiği yaşlı kadının ölümü üzerine küçük çocuğun savaş yılları boyunca yaşadıklarına inanamayacaksınız.

Bu kadar cahillik, bu kadar acımasızlık ve ahlaki çöküş nasıl olur diye eminim benim gibi  isyan edeceksiniz. Okurken daha önce bloğumda paylaştığım ''Onca Yoksulluk Varken,'' ve ''Kasap Çırağı'nı'' anımsadım zaman zaman. Her üç romanda da olaylar eziyet gören çocuklar tarafından anlatılıyordu.

Biraz da Jerzy Kosinski'den bahsetmek istiyorum; yaşadığı zor yılların ardından Amerika'ya yasal olmayan yollardan girmiş, çok değişik işlerde çalışmış, İngilizcesini çok ilerleterek Princeton Üniversitesi'nde, Yale'de edebiyat dersleri vermiş, Amerikan Yazarlar Derneği Başkanlığı yapmıştır. Çok zengin bir hanımla evlenmiş, jet sosyeteye girmiştir!
İlk romanı Boyalı Kuş ile uzun yıllar en çok satanlar listesinde yer alan yazar, mayıs 1991 de başına naylon torba geçirmiş ve ölü halde banyosunda bulunmuştur.

Her sayfasını sarsılarak okuyabilirim diyorsanız, tavsiye ederim...


******


Kitaptan Alıntılar:


 Diğerleri bir süre şaşkın bakarken benzerini görmedikleri kuş, boşu boşuna kendilerinden biri olduğuna onları inandırmaya çalışırdı. Parlak renklerin iyice şaşırttığı kuşlar onu kuşkuyla inceler, sonra birbiri ardından saldırıp boyalı tüylerini  gagalayıp yolmaya koyulurlardı. Tüysüz ve kan içinde kalan zavallı kuş havada kalamaz düşerdi. Aynı sahne sık sık tekrarlanır, kurbanlarımızı hep ölü bulurduk. (s.58 )


Geceleri geç saatlere kadar uyanık kalır, Tanrı'nın beni de cezalandırmak isteyip istemediğini  sorardım kendi kendime. Annemle babam, her pazar kiliseye gider, beni de götürürlerdi. Tanrı'nın kızgınlığının, yalnız kara gözlü siyah saçlı, Çingene denen insanlara yöneldiği doğru olabilir miydi? Neden babamın saçları açık renk, gözleri maviydi de annem esmerdi? Hem esmerlikleri, hem de sonları aynıydı Yahudiler'le Çingeneler'in. Öyleyse onları ayıran ne olabilirdi? (s.106 )


Trenin gelişine birkaç dakika kala yüzükoyun, otların arasına yatar, kollarımı başımın üstünde birleştirir ve elimden geldiğince yere yapışırdım. Elini kolunu sallayan Sessiz, milleti başımıza toplardı. Tren yaklaşırken, tekerleklerin raylar arasındaki tahtalar üzerinde çıkardığı uğultuyu duyar, titreşimle olduğum yerde sallanırdım. Lokomotif üzerime gelirken  iyice yere yapışıp bir şey düşünmemeye çalışırdım. (s.222 )




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder